22 Şubat 2018 Perşembe

SÜLEYMAN ŞAH



SÜLEYMAN ŞAH

Türk hükümdar Süleyman Şah. Süleyman Şah kimdir? İşte Süleyman Şah'ın biyografisi

Kutalmışoğlu Süleyman Şah, 1045 yılında o sıralarda Büyük Selçuklu Devleti‘ninelinde bulunan Horasan‘da doğdu. 
Büyük Selçuklu Devletinin sultanı olan Tuğrul Bey‘in 4 Eylül 1063 tarihinde vefatı üzerine taht kavgaları başladı. Oğlu olmayan Tuğrul Bey, vasiyetinde kardeşi Çağrı Bey‘in oğullarından Süleyman'ın tahta geçmesini vasiyet etmişti. Selçuklu veziri Amid ül-Mülk bu vasiyeti yerine getirdi ve Rey kentinde Süleyman'ı sultan olarak tahta çıkardı. Ancak Çağrı Bey'in öteki oğlu Alp Arslan ve Arslan Yabgu'nun oğlu Kutalmışile bazı emir ve şehzadeler Süleyman'ın sultanlığını tanımadılar.
Babası Kutalmış Bey Rey önüne gelerek şehri kuşatması üzerine, vezir Amid-ül Mülk, Alp Arslan‘dan yardım istediği gibi, hutbeyi de onun adına okuttu. Kutalmış ise, Alp Arslan ile 1064 yılında yaptığı Dameğan yakınlarındaki savaşta hayatını kaybetti. Alp Arslan Rey şehrinde 27 Nisan 1064 tarihinde Selçuklu Devleti tahtına çıktı.
Kutalmış bey 1064 yılında savaşta ölünce kardeşi Resul Tegin ve oğlu Süleyman Şah, kumandanlarıyla beraber esir alındı Kutalmışoğlu Süleyman Şah, Türkmen boylarının yerleşmeye başladıkları bir bölge olan Anadolu'da Toros Dağları yöresine kaçmışlar ve Anadolu'ya yeni gelip yerleşen Türkmen boyları arasında yaşamaya başlamışlardır. Dört kardeşten en son Süleyman Şah hayatta kaldı.
1071 yılında Alp Arslan ile Bizans imparatoru Romen Diyojen orduları arasında olan Malazgirt Savaşından sonra giderek daha çok sayıda Türkmen göçmen boyları Anadolu'ya girip yerleşmeye başlamış ve Kutalmışoğlu Süleyman Şah bu Türkmenlerin liderliğini ele geçirmeyi başarmıştı.
1073 yılında Büyük Selçuk Sultanı Melikşah tarafından kendisine bağlı olarak Sultan-ı Rum (yani Anadolu Selçuklu ırlarında idaresini kuran Kutalmışoğlu Süleyman Şah, Bizans'lılarla bazen savaş yaparak bazen Bizans isyancılarına yardım ederek hükmü altındaki toprakların sınırlarını büyütmeyi başardı.
1075 yılında Bizans İmparatorluğu'nun Anadolu'da bulunan önemli şehirlerinden İznik (Nicaea) ile İzmit (Nicomedia)'i eline geçirdi. Güney Marmara bölgesine tamamen hakim oldu ve Çanakkale boğazından geçen gemilerden vergi almaya başladı. 1077 yılında İznik başkent olmak üzere bağımsız Anadolu Selçuklu Devleti‘nin kurulmuş olduğunu ilan etti.
1078 yılında önce Bizans İmparatoru VII. Mikhail Dukas ile bir askeri yardım ablaşması yapmış, sonra vazgeçerek ona karşı isyan eden Anatolikon Theması vali-generali Nikeforos Botaneiates ile anlaşarak asi generalin III. Nikeforos ismi ile Bizans İmparatoru olmasına yardımcı oldu. Onun bu yardımına karşılık Bizanslılar göçmen Türkmenlerin Anadolu'da ta Boğaz kıyılarına kadar gelip yerleşmelerini kabul ettiler.
1080 yılında ise Bizans tahtına geçmek isteyen başarısız bir isyana yardım ettikten sonra Bizans İmparatorluğu Kutalmışoğlu Süleyman Şah ile 1081 yılında Dragon Antlaşması yaptı, bu antlaşmaya göre Bizans, Anadolu Selçuklu Devleti'ne yıllık tazminat ödemeyi kabul etti.
Bu anlaşma sonucu batı sınırları güvenceye alınınca, akrabası ve veziri Ebu'l-Kasım'ı İznik'te işlerin başında bırakarak doğu sınırlarını genişletmek için sefere çıktı. Bu sefer sonucu 1082 yılında Çukurova'ya girdi ve ilk önce Tarsus'u fethetti. 1083'te ise Adana başta olmak üzere bütün Kilikya (Adana civarları) beldelerini, 13 Aralık 1084 tarihindeAntakya‘yı hakimiyeti altına aldı.
Anadolu'daki fetih harekâtını devam ettiren Kutalmışoğlu Süleyman Şah, Kumandanlarını çeşitli bölgelere gönderdi. Bunlardan Buldacı Bey, 1085 başlarında Maraş, Elbistan, Göksun ve Besni kalelerini fethederek, bu bölgeleri ele geçirdi. 
Kutalmışoğlu Süleyman Şah, Antakya'yı ele geçirdikten sonra, daha önce Antakya'dan cizye alan Halep emiri Müslim; bu parayı Süleyman Şâh'dan da isteyince, müslümanın cizye vermeyeceğini söyleyerek bu isteği reddetti. Müslim'in Antakya'ya, Süleyman Şâh'ın da Halep civarına asker göndermeleri, aralarında muharebenin başlamasına sebeb oldu. İki ordu 1085 senesi Haziran ayında Amik ovasına akan Afrin çayı üzerinde Kunahil mevkiinde karşılaştı. Süleyman Şah, Halep hâkimi Müslim'i yendi ve Halep'i kuşattı.
Halep emiri Suriye Meliki Tutuş'tan yardım istedi. Tutuş; Sultan Alp Arslan‘ın oğlu, kardeşi Melikşah ise Büyük Selçuklu sultanı Amca çocukları olan iki Selçuklu meliki arasında çok şiddetli bir muharebe oldu. 4 Haziran 1086 tarihinde Halep yakınlarında 4 Haziran 1086 tarihinde yapılan Ayn Seylem Savaşı'nda Kutalmışoğlu Süleyman Şah kaybederek ölmüştür.
Kutalmışoğlu Süleyman Şah, 4 Haziran 1086 tarihinde 40 yaşında savaşta ölmüştür. Tutuş, Süleyman Şâh'ın cenazesini Halep kapısına defnettirdi.

Kürşad ve 40 Çerisi


40 MUHTEŞEM CERİ
Kürşad
(Hayatı – Biyografisi)



Kürşad, 621 senesinde Çinli eşi İ-çing Katun tarafından zehirlenerek öldürülen Doğu Göktürk Devleti kağanı Çuluk Kağan’ın küçük oğludur. Çuluk Kağan’ın ölümünden sonra kardeşi Bağatur Şad, Kara Kağan adını alarak hükümdar oldu ve ağabeyinin Çinli eşi ile evlenerek Ötüken’deki Türkler arasında huzursuzluğa yol açtı… Bir tarafta Çinliler, diğer yanda da Sırtarduş Bayurku, Dokuz Oğuz, Uygur gibi Türk boylarının Göktürklere başkaldırıp savaşmaları ve ayrıca İ-çing Katun’un Ötüken’de esir durumda yaşayan Çinli azınlığa destek çıkarak bunların zenginleşmesini sağlaması sayesinde giderek zayıflayan ve kıtlık tehlikesiyle karşı karşıya kalan Türkler, 629 senesinde Çinlilerle yaptıkları savaşta tuzağa düşerek yenilince Doğu Göktürk Devleti yıkıldı. Başta Kara Kağan ve Kürşad olmak üzere binlerce Göktürk Çinlilere esir düşerek Çin’in başkenti Siganfu’ya götürüldüler ve orada kendilerine tahsis edilen bölgede yaşamaya mecbur edildiler.
Türkleri asimile edebilmek amacıyla Göktürk soylularını hassa ordusunda subay olarak görevlendiren Çinlilerin bu taktiği bir işe yaramamış, Türkler bağımsızlıklarına kavuşup yeniden devlet kurmak amacıyla fırsat kollamaya başlamışlardır. Kürşad da Çin hükümdarının ordusunda subay durumundadır fakat kılıcını milletinin özgürlüğü için çekeceği günü beklemektedir. Esaretin beşinci yılında Kara Kağan kahrından ölür. Esaretin onuncu yılında, yani 639 senesinde, Bozkurt soyunun en büyüğü konumundaki Kürşad durumun iyice kötüye gittiğini görerek kırk çerisi ile birlikte ihtilal yapmaya karar verir. Geceleri kılık değiştirerek Siganfu sokaklarında tek başına dolaşma adeti olan Çin hükümdarı Tay-tsung’u yakalayarak rehin almaya ve bu sayede Çin sarayına girerek orada bulunan Kürşad’ın ağabeyinin oğlu Urku Tigin’i kurtarıp, toplayabildikleri kadar Türk ile birlikte Ötüken’e giderek tekrar devlet kurmaya, Urku Tigin’i de kağan ilan etmeye karar verirler.
Bu uğraşta başarılı olurlarsa budun kurtulacak, başaramazlarsa da dökülecek kanları geride kalanlara ödevlerini hatırlatacaktır. Fakat ihtilal için harekete geçtikleri gece sağanak halinde yağan yağmur yüzünden Çin hükümdarı sarayından dışarı çıkmaz. İhtilali ertelemenin sakıncalı olacağını düşünen Kürşad, kırk çerisiyle birlikte Çin sarayına yürür, amacı sarayı basarak hükümdarı esir almaktır. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun altında yüce dileğe doğru yürüyen kırkbir Türk yiğidi sarayın kapısına vardıkları anda cenk başlar. Yüzlerce Çinli askeri öldürürler ama binlercesi üzerlerine saldırmaya devam eder. Göktürklerin bir kısmı sarayın içinde savaşırken şehit olur, sağ kalanlar ise Kür Şad’ın önderliğinde saraydan çıkarak Vey ırmağına doğru ilerlerler, niyetleri ırmağı geçerek Ötüken’e doğru at koşturmaktır. Ama sağanak halinde yağan yağmur yüzünden yükselen sular köprüyü sürükleyip götürdüğü için karşıya geçemezler ve peşlerinden gelen Çin ordusu ile son kez cenke tutuşurlar.
Binlerce Çinli askere karşı savaşan bir avuç Türk yiğidi peş peşe uçmağa varırlar. Sadece Kürşad sağ kalmıştır, tek başına Çin hükümdarlığına karşı savaşmaktadır. En sonunda O da şehit olur fakat elinde kılıcıyla atının üzerinde durmaktadır, öldüğü halde yere düşmemiştir… Kürşad ölmüş fakat yenilmemiştir…
Kürşad ve kırk çerisinin yaptıkları ihtilalden sonra korkuya kapılan Çinliler, Siganfu’daki bütün esir Göktürkleri mecburen serbest bırakırlar. Göktürkler kırküç yıl boyunca dağınık bir şekilde yaşarlar, bazı Göktürk soyluları yeniden devlet kurma girişiminde bulunsalar dahi başarılı olamazlar… Fakat 682 senesinde Bozkurt başlı sancak tekrar kaldırılır ve Kutluk Şad (İlteriş Kağan) ile Bilge Tonyukuk İkinci Göktürk Devleti’ni kurarlar…

METEHAN KİMDİR?

   METEHAN KİMDİR?

Metehan Kimdir?
METEHAN KİMDİR? DÖNEMİNDEKİ OLAYLAR NELERDİR?
Metehan, Hun İmparatorluğu’nun kurucusu Teoman’ın oğludur. Tarihte Asya milletlerini tek çatı altında toplayan ilk hükümdardır. Çin Seddi'ni aşabilen ilk Türk hükümdar olan Metehan, hükümdarlığı süresince Büyük Okyanus’tan Hazar’a, Keşmir’den Kuzey Sibirya’ya kadar bütün Asya’nın hâkimi olmuştur.
Osmanlı tarihçileri tarafından Oğuz Han olarak adlandırılan Metehan Osmanlıların da kökeni olan oğuz boylarındandır. Metehan’ın doğduğu yer tam olarak bilinmemektedir, fakat MÖ 209 yılında tahta geçtiği, 35 yıl boyunca imparatorluğunun başında kaldığı ve MÖ 174 yılında vefat ettiği bilinmektedir.
Metehan'ın tahta çıkış hikayesi kısaca şu şekilde özetlenebilir:
Çin kaynaklarına göre, Asya Hun İmparatorluğu'nun kurucusu Teoman, oğlu Metehan'ın yerine üvey annesi Yenişi'nin oğlunu tahta çıkarmak istemiştir. Hanlığın beyleri ve Metehan bu duruma karşı çıkmıştır. Dönemin töreleri gereğince Türk annelerden olan, has bir Türk'ün tahta geçmesi gerekmektedir. Teoman, son karısı olan Çinli hatunun Metehan’ı kötülemesi sonucunda dolduruşa gelmiş ve eşi Yenisi’nin oğlunu tahta geçirmek isteyerek veliaht tayin etmiştir. Bu durumdan rahatsız olan Metehan üvey annesinin oyunları neticesinde Yuezhi’ler tarafından rehin alınmıştır. Metehan’ın Yuezhi'lere sığındığını düşünen ve duruma sinirlenen Teoman hemen Yuezhi'lere savaş ilan ederek Metehan’ı öldürtmek istemiştir. Metehan, babası Teoman’ın Yuezhi topraklarına girmeden kaçarak kurtulmuştur. Bu başarısı ve Yuezhi'lerin mağlup edilmesinden dolayı Teoman Metehan’a 10000 kişilik bir ordu vermiştir. Metehan bu ordu ile öncelikle üvey annesini ve kardeşlerini, sonra da babasını öldürerek MÖ 209 yılında kağan olmuştur.
Metehan’ın Ok hikâyesi kısaca şu şekilde özetlene bilir:
Tarihte çavuş oku adı verilen ıslıklı okun Metehan tarafından icat edildiği bazı kaynaklarda yer almaktadır. Metehan’ın çocukluğundan beri oynadığı Hedefe Çevirme oyununun, onun tahta geçmesini sağladığı bazı Çin kaynaklarında anlatılmaktadır. Bu oyuna göre Metehan okunu bir yöne doğrulttuğunda, ordusundaki tüm okçular, hemen o hedefe doğru nişan alıp ateş ederler ve hedefi yok ederlermiş. Yine bir gün okunu en sevdiği atına çevirmiştir. Askerlerinden bazıları tereddüt etmiş ve oklarını Metehan’ın atının üzerine doğrultmamışlardır. Bunun üzerine Metehan hemen okunu tereddüt eden askerlerin üzerine doğrultmuştur. Bu nu gören diğer okçular hemen nişan alıp ateş ederek tereddüt eden diğer askerleri öldürmüşlerdir. Bu hareketi ile mutlak itaat kavramını ordusuna aşılayan Metehan, zamanı geldiğinde 10000 kişilik askeri ile birlikte okunu babasına doğru çevirmiş ve mutlak sonuç kaçınılmaz olmuştur.
Metehan’ın günümüz ordularının temellerini atmış, onbaşı, yüzbaşı, binbaşı, tümen başı gibi rütbelerin kullanıldığı bir orduyu teşkil ettiği bilinmektedir. Günümüzde Türk Kara Kuvvetlerinin kuruluş yılı Metehan’ın tahta geçtiği MÖ. 209 yılı olarak kabul edilmektedir.

Yavuz Sultan Selim (1512 – 1520)

Yavuz Sultan Selim (1512 – 1520)
Yavuz Sultan Selim, 10 Ekim 1470’de doğdu. Babası Sultan İkinci Bayezid, annesi Gülbahar Hatun’dur. Gülbahar Hatun, Dulkadiroğulları Beyliği’ndendir. Yavuz Sultan Selim, uzun boylu, geniş omuzlu, kalın kemikli, Omuzlarının arası geniş, yuvarlak başlı, kırmızı yüzlü, uzun bıyıklı ve yiğit bir padişahtı. Sert tabiatlı ve cesurdu. İyi bir eğitim gördü.
Babası Sultan İkinci Bayezid, padişah olduktan sonra, askeri sevk ve devlet idareciliğini öğrenmesi için, Şehzade Selim’i Trabzon Sancağına vali olarak tayin etti.
Şehzade Selim, Trabzon’da devlet işlerinin yanında, ilimle uğraşır ve büyük âlim Mevlâna Abdülhalim Efendi’nin derslerini takip ederdi. Trabzon’u çok güzel idare eden Şehzade Selim bu arada komşu devletlerle de ilgilendi.
Valiliği sırasında Trabzon halkını rahat bırakmayan Gürcüler üzerine üç sefer yaptı. En önemlisi olan Kütayis Seferinde Kars, Erzurum ve Artvin illeri ile birçok yeri fethederek Osmanlı topraklarına kattı (1508). Buralarda yaşayan Gürcülerin hepsi Müslüman oldular.
Çok güzel ata biner, devrin en meşhur silahşörlerini alt edecek kadar iyi kılıç kullanırdı. Güreşmekte, ok atmada ve yay çekmede ustaydı. Savaştan hoşlanmakla beraber çok ince bir ruha da sahipti. Mütevazi bir kişiliği olan Yavuz Sultan Selim, her öğün yemekte tek çeşit yemek yerdi ve ağaçtan tabaklar kullanırdı.
Gösterişten hoşlanmaz, devlet malını israf etmezdi. Babasından devraldığı tatminkâr hazineyi ağzına kadar doldurdu. Hazinenin kapısını mühürledikten sonra, şöyle vasiyet etti:
"Benim altınla doldurduğum hazineyi, torunlarımdan her kim doldurabilirse kendi mührü ile mühürlesin, aksi halde Hazine-i Hümayûn benim mührümle mühürlensin"
Bu vasiyet tutuldu. O tarihten sonra gelen padişahların hiçbiri hazineyi dolduramadığından, hazinenin kapısı daima Yavuz’un mührüyle mühürlendi.
Yavuz Sultan Selim, ataları hep sakal uzattıkları halde sakalını keserdi. Bunun sebebini soranlara "Sakalımı ele vermemek için kesiyorum" dediği rivayet edilir. 22 Eylül 1520’de, "Aslan Pençesi" denilen bir çıban yüzünden henüz elli yaşında iken vefat etti.
Hayatının son dakikalarında Yasin-i Şerif okuyordu. Kanûnî Sultan Süleyman, Fatih Camii’nde babasının cenaze namazını kıldıktan sonra, onu Sultan Selim Camii avlusundaki türbeye defnettirdi. Tarihçiler, Yavuz Sultan Selim’i, sekiz yıla seksen yıllık iş sığdırmış büyük bir padişah olarak değerlendirdiler.

Erkek çocukları: Kanuni Sultan Süleyman
Kız çocukları: Hatice Sultan, Fatma Sultan, Hafsa Sultan, Sah Sultan

2. Bayezid (1481 – 1512)

II. Bayezid (1481 – 1512)

Sultan İkinci Bayezid, 3 Aralık 1448'de, Dimetoka’da doğdu. Babası Fatih Sultan Mehmed, annesi Mükrime Hatun adında bir Türk kızıdır. Uzun boylu, geniş göğüslü ve kuvvetli bir vücuda sahipti. Yüzü yuvarlak ve gözleri elâydı. Cesur ve atılgandı.
Aynı zamanda çok hâlim-selim, dindar, hoşgörülü bir padişahtı. Babası Fatih Sultan Mehmed ilme ilgi duyduğu için, oğlu Şehzade Bayezid'e iyi bir eğitim verdi. Ona devrin en meşhur âlimlerinden ders okutturdu, bütün İslâm ilimlerini en iyi şekilde öğrenmesini sağladı.
Sultan İkinci Bayezid, yedi yaşında iken, Hadim Ali Paşa nezaretinde Amasya valiliğine tayin edildi. Amasya, Selçuklular devrinden beri önemli bir ilim ve kültür merkeziydi. Padişah olacak şehzadelerin yetişmesi için, bu vilayette bütün imkânlar vardı.
Sultan İkinci Bayezid, dindar bir kimse olduğu için kendisine Bayezid-i Velî denildi. Sultan İkinci Bayezid, şairleri saraya toplar, onlarla sohbet ederdi. Merhametli bir padişah olan Sultan İkinci Bayezid, sık sık fakirlere sadaka dağıtırdı.
Arapça ve Farsça'yı gayet iyi biliyordu. Çağatay lehçesi ve Uygur alfabesini de öğrendi. İslâm ilimlerinin yanı sıra, matematik ve felsefe tahsili de yaptı. 24 Nisan 1512’de padişahlıktan ayrılmak zorunda kalan Sultan İkinci Bayezid, bir ay kadar daha yaşadı ve 26 Mayıs 1512’de vefat etti.

Erkek çocukları: Mahmud, Ahmed, Sehinsah, Yavuz Sultan Selim, Mehmed, Korkud, Abdullah, Âlimsah
Kız çocukları: Aynisah, Gevher, Mülük Sultan, Hatice Sultan, Selçuk ve Hüma Hatun.

VATAN, VATAN, VATAN…


VATAN, VATAN, VATAN…

Vatan sadece yüz ölçümünden, bir toprak parçasından ibaret değildir elbet!
Vatan sana senliğini hatırlatan,kültürünü taşıyan,ecdadının yadigarı olan bir merkezdir.
Kimi zaman Anadolu, kimi zaman da Fatih’in fethettiği kutlu şehirdir, gecesi sümbül,Türkçesi bülbül kokan İstanbul’dur; “Vatanım da vatanım” der İstanbul’a Üstad Necip Fazıl.
Vatanı vatan yapan değerleri, kültür hazineleridir. Vatan türküdür, bozkırın tezenesi Neşet Ertaş’tır, “İlim ilim bilmektir ” diyen Yunus Emre’dir, “Asım’ın nesli diyordum ya,nesilmiş gerçek: İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek.” diyen idealist bir nesil olmamızı isteyen İstiklal şairimiz Mehmed Akif’tir.
Bize dostu gösteren Mevlanadır, mesnevisidir.
Vatan, mahzun gönüllere bayram olmaktır, yardıma muhtacın elini tutmaktır, vatan okumaktır; okuyarak vatanı görmektir, anlamaktır, duymaktır.
Vatan aşktır. Bu vatanın vatandaşlarıdır Leyla ile Mecnun.
Vatan’ın dili vardır; hak dili, şuur dilii vardır. Rehberi vardır; gönül denilen koca bir rehber. Muhafızları vardır, onu kollayan, koruyan; İlimdir, irfandır, birliktir, kardeşliktir, sevgidir, merhamettir, sabırdır.
Vatanın inancı vardır, vatanın karakteri vardır.
Vatanın imanı vardır. İmansız, karaktersiz bir yer vatansızlıktır, vatan değildir orası.
Vatan Asımdır, Haluk degil. Vatan yeis değil mücadeledir.
Vatan uğruna ölünebilen bir yerdir, uğrunda canlar feda edilmiyorsa o yere vatan diyemezsiniz.
Mithat Cemal’in dediği gibi: “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır, Toprak uğrunda ölen varsa vatandır”
Bu topraklar, uğruna göz kırpmadan ölünebilen topraklardır.
Vatan’ın tapusu, şüheda’nın mezar taşlarıdır, bayraktır.
Osmanlıdır adalettir,hoşgörüdür,vatan. Vatan davadır,marştır; İstiklal Marşıdır:
“Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim: Bendimi çiğner, aşarım;
Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım.
Bastığın yerleri ”toprak!” diyerek geçme, tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklal.”
Evet vatanın yapı taşları İstiklaldir, hürriyettir, hilaldir, vermemektir, “toprak ” diyerek geçmemektir.
Vatan haktır batıl değil. Vatan Safahat’tır, şiirdir.
Vatan kitaptır, rehberdir, göstericidir, yoldur.
Vatan İlahi sevgidir, aşktır. Vatan zübde-i alem olan ademdir.
Vatanında vatanı vardır,o da nedir biliyor musunuz canlar; Ku’randır, sünnettir, duadır, hikmettir, en sevgilidir…
Vatansız olmak, irfansız, kalıpsız, doğrusuz, ahlaksız, cansız olmaktır.
Ruhsuz, düşüncesiz, anlayışsız, merhametsiz olmaktır, vatansız olmak.
Sahip çıkarsan batar mı vatanın, memleket’in?
Akif ne güzel diyor:
“Sahipsiz olan memleketin batması haktır. Sen sahip çıkarsan bu vatan batmayacaktır.”
“Bu vatan benim,bu memleket bizim,bu bayrak benim” diyenlere selam olsun!
Kasım Karataş

Fatih Sultan Mehmed (1451 – 1481)

Fatih Sultan Mehmed (1451 – 1481)

Fatih Sultan Mehmed, 29 Mart 1432’de, Edirne'de doğdu. Babası Sultan İkinci Murad, annesi Humâ Hatun'dur. Fatih Sultan Mehmed, uzun boylu, dolgun yanaklı, kıvrık burunlu, adaleli ve kuvvetli bir yapıya sahipti. Devrinin en büyük âlimlerinden çok iyi eğitim görmüştü; yedi yabancı dil bildiği söylenir. Âlim, şâir ve sanatkârları sık sık toplar ve onlarla sohbet etmekten çok hoşlanırdı. İlginç ve bilinmedik konular hakkında makaleler yazdırır ve bunları incelerdi. Hocalığını da yapmış olan Akşemseddin, Fatih Sultan Mehmed’in en çok değer verdigi âlimlerden biridir. Fatih Sultan Mehmed, gayet soğukkanlı ve cesurdu. Eşsiz bir komutan ve idareciydi. Yapacağı işlerle ilgili olarak en yakınlarına bile hiçbir şey söylemezdi.
Fatih Sultan Mehmed, okumayı çok severdi. Farsça ve Arapça'ya çevrilmiş olan felsefî eserler okurdu. 1466 yılında Batlamyos Haritası’nı yeniden tercüme ettirip, haritadaki adları Arap harfleriyle yazdırdı. Bilimsel sorunlarda, hangi din ve mezhebe mensup olursa olsun bilginleri korur onlara eserler yazdırırdı. Bilime büyük önem veren Fatih Sultan Mehmed, yabancı ülkelerdeki büyük bilginleri İstanbul’a getirtti. Nitekim astronomi bilgini Ali Kuşçu, kendi döneminde İstanbul’a geldi. Ünlü ressam Bellini’yi de İstanbul’a davet ederek kendi resmini yaptırdı.
Fatih Sultan Mehmed, 1481 yılına kadar hükümdarlık yaptı ve bizzat yirmi beş sefere katıldı. Azim ve irade sahibiydi. Temkinli ve verdiği kararları kesinlikle uygulayan bir kişiliği vardı. Devlet yönetiminde oldukça sertti. Savaşlarda çok cesur olur, bozgunu önlemek için ileri atılarak askerleri savaşa teşvik ederdi.
20 yaşında Osmanlı padişahı olan Sultan İkinci Mehmed, İstanbul’u fethedip 1100 yıllık Doğu Roma İmparatorluğu’nu ortadan kaldırarak ‘Fatih’ unvanını aldı. Hz. Muhammed’in Hadis-i Şerifinde müjdelediği İstanbul’un fethini gerçekleştiren büyük komutan olmayı da başaran Fatih Sultan Mehmed, yüksek yeteneği ve dehasıyla dost ve düşmanlarına gücünü kabul ettirmiş bir Türk hükümdarıydı. Ortaçağ’ı kapatıp, Yeniçağ’ı açan cihan hükümdarı Fatih Sultan Mehmed, nikris hastalığından dolayı 3 Mayıs 1481 günü, Maltepe’de vefat etti ve Fatih Camii’nin yanındaki Fatih Türbesi’ne defnedildi. O’nun Roma’yı fethedeceği düşüncesiyle zehirlendiği de kaynaklarda yer almaktadır.

2. Murad (1421 – 1451)

II. Murad (1421 – 1451)

Sultan İkinci Murad 1402 yılında doğdu. Babası Çelebi Mehmed, annesi Dulkadiroğulları’ndan Süli Bey’in kızı Emine Hatun'dur. Uzun boylu, beyaz tenli, doğan burunlu ve güzel yüzlü bir Padişahtı. Çok güzel konuşurdu. Kendisinin en büyük mutluluğu, Fatih Sultan Mehmed gibi eşine az rastlanacak bir insanın Babası olmaktı.
Sultan İkinci Murad, sakin ve huzurlu bir hayat yaşamayı arzu eden, fakat gerektiği takdirde çok hareketli, cesur ve hiçbir şeyden yılmayan bir kişiliğe sahipti. Avrupalılar, Onun, istediği takdirde bütün Avrupa’yı fethedebilecek bir kimse olduğunu kabul etmişlerdir. Otuz yıllık saltanatı süresince, ülkesini çok büyük bir şan ve şerefle idare ederek, emri altında bulunan herkesin sevgisini kazandı. Dindar, âdil ve lütufkâr bir padişahtı. Çocukluğu Amasya’da geçen Sultan İkinci Murad, tahta çıktığında on dokuz yaşındaydı.

Erkek çocukları: Fatih Sultan Mehmed, Ahmed, Alâeddin, Orhan, Hasan, Ahmed
Kız çocukları: Şehzade ve Fatma Hatun.

1. Mehmed (1413 – 1421)

I. Mehmed (1413 – 1421)

Sultan Çelebi Mehmed , 1389 yılında Edirne’de doğdu. Babası Yıldırım Bayezid, annesi de Germiyanoğulları'ndan Devlet Hatun’dur. Orta boylu, yuvarlak yüzlü, beyaz tenli, kırmızı yanaklı ve geniş göğüslüydü. Kuvvetli bir vücuda sahipti. Gayet hareketli ve cesurdu. Güreş yapar ve çok kuvvetli yay kirişlerini bile çekebilirdi. Padişahlığı süresince bizzat yirmi dört savaşa katılan Çelebi Mehmed, bu savaşlarda kırka yakın yara aldı. Başında kullanmış olduğu sarık, altın işlemeli kavuğu ile gayet güzel görünürdü. İçi kürklü ve yakası dik olan bir kaftan giyinirdi.
Sultan Çelebi Mehmed Müslümanlara karşı göstermiş olduğu adaleti, aynı zamanda Hristiyan topluluklara karşı da gösterdi. İyi bir idareci ve politikacıydı. Tahsilini Bursa Sarayı’nda tamamladı. Daha sonra babası tarafından Amasya sancak beyliğine tayin edildi ve bu sırada devlet işlerini öğrendi.
Fetret Devri’nden sonra Anadolu’daki beylikleri tekrar bir araya toplamayı başaran Sultan Çelebi Mehmed’e Osmanlı Devleti’nin ikinci kurucusu gözüyle de bakılabilir.
Sultan Çelebi Mehmed 26 Mayıs 1421 de Edirne’de vefat etti. Ölüm haberi gizlendi. Osmanlı padişahları arasında ölümü gizlenen ilk padişah o oldu. Cenazesi Bursa’ya
getirilerek Yeşil Türbe’ye defnedildi.

Erkek çocukları: Mustafa Çelebi, İkinci Murad, Ahmed, Yusuf, Mahmud.
Kız çocukları: Fatma ve Selçuk Hatun.

Fetret Devri (1402-1413)

Fetret Devri (1402-1413)
Ankara Savaşı sonunda Anadolu’da Türk birliği bozulmuş ve Osmanlı Devleti dağılma tehlikesi ile karşılaşmıştı. Yıldırım Bayezid’in oğulları, babalarının ölümünden sonra taht mücadelesine başladılar. Osmanlı tarihindeki en büyük kargaşa dönemi böylece başlamış oldu. Fetret Devri adı verilen bu dönemdeki taht mücadeleleri, Timur’un Anadolu’da kuvvetli bir devlet bırakmak istememesi ve Bizans’ın entrikalarıyla daha da arttı.
Süleyman Çelebi Edirne’de, İsa Çelebi Bursa’da, Mehmed Çelebi Amasya’da, Musa Çelebi Balıkesir’de padişahlıklarını ilan ettiler. Mehmed Çelebi ile Musa Çelebi aralarında anlaştılar ve Bursa’da vali bulunan İsa Çelebi’yi ortadan kaldırdılar. Mehmed Çelebi, Süleyman Çelebi’nin de ortadan kalkması gerektiğini biliyordu. Bu amaçla Musa Çelebi’yi Edirne’ye Süleyman Çelebi’nin üzerine gönderdi. Musa Çelebi, kardeşi Süleyman Çelebi’yi yenerek, Edirne’yi ele geçirdi. Ancak Mehmed Çelebi’ye verdiği sözü tutmayarak Edirne’de kendini padişah ilan etti. 1413 yılında, son olarak Musa Çelebi’yi de saf dışı bırakan Mehmed Çelebi Fetret Devrine son verdi.

1. Bayezid – Yıldırım Bayezid (1389 – 1402)

I. Bayezid – Yıldırım Bayezid (1389 – 1402)
Yıldırım Bayezid 1360 yılında Edirne’de doğdu. Babası Murad Hüdavendigâr, annesi Gülçiçek Hatun’dur. Yıldırım Bayezid yuvarlak yüzlü, beyaz tenli, koç burunlu, elâ gözlü, kumral saçlı, sık sakallı ve geniş omuzluydu. Girdiği savaşlarda gösterdiği cesaretten ve hızlı hareket etmesinden dolayı ona ‘Yıldırım’ lakabı takılmıştı.
Çocukluğunu Bursa Sarayı’nda kardeşleriyle birlikte geçirdi. İyi bir eğitim gördü. Devrin en büyük âlimlerinden dersler aldı. Gençliğinde Kütahya sancağında valilik yaptı. Sultan Murad Hüdavendigâr’ın vasiyeti gereği 1389 yılında padişahlığa getirildi. Tahta çıktığında 29 yaşındaydı.
Sırbistan’ın başında, Kosova Savaşında ölen Kral Lazar’ın oğlu Stefan Lazareviç vardı. Barış antlaşması için geldiği Edirne’de kız kardeşi Maria’yı Bayezid’e verdi. Bu evlenme sayesinde Osmanlı-Sırp dostluğu kuruldu. Yıldırım Bayezid, Timur’la yaptığı Ankara Savaşı’nda yenildi ve esir düştü. 13 yıl süren saltanatı sonunda esaretinin başlamasından 7 ay 12 gün sonra vefat etti.
Yıldırım Bayezid şiirlerinde “Yıldırım” mahlasını kullanırdı:
"Ehl-i hicran fitne-i agyar
Ortada bir bahanedir sandım."

Erkek çocukları: Musa Çelebi, Süleyman Çelebi, Mustafa Çelebi, İsa Çelebi, Mehmed Çelebi, Ertuğrul Çelebi, Kasım Çelebi
Kız çocukları: Fatma Sultan

1. Murad (1359 – 1389)

I. Murad (1359 – 1389)

Sultan Birinci Murad, 1326’da, Bursa’da doğdu. Babası Orhan Gazi, annesi Bizans tekfurlarından Yar Hisar Tekfuru’nun kızı olan Nilüfer Hatun’dur (Holofira). Sultan Birinci Murad, uzun boylu, değirmi yüzlü ve iri burunluydu. Kalın ve adaleli bir vücuda sahipti.
Başına mevlevî sikkesi üzerine destar sarılı bir başlık giyerdi. Çok sade giyinir ve kırmızı zeminli beyaz elbiseden hoşlanırdı. İlk eğitimini, annesi Nilüfer Hatun’dan aldı. Daha sonra tahsilini tamamlamak için Bursa’ya gitti. Buradaki Medreselerde ilim ve sanat adamları ile beraber çalıştı.
Sultan Birinci Murad, gayet nazik, sevimli ve çok halim selim bir insandı. Âlim ve sanatkârlara hürmet gösterir, fakirlere ve kimsesizlere şefkatli davranırdı. Dahî bir asker ve devlet adamıydı. “Derviş Gazilerin, Şeyhlerinin, Kralı Murad Gazi” diye anılan Sultan Birinci Murad, bütün hayatı boyunca plânlı ve programlı hareket etti.
Sultan Birinci Murad, Bizans Kilisesi’ne göre bir kâfir ve İsa düşmanı olarak görülse de, fethettiği yerlerde yaşayan Hristiyan halka iyi davrandığı için onların sevgisini kazanmıştı. 1382 yılından itibaren “Murad Hüdavendigâr” diye anılan Sultan Birinci Murad, Birinci Kosova Savaşı’ndan sonra savaş alanını gezerken, Sırp Asilzâdesi Milos Obraviç (Sırp Kralı Lazar’ın damadı) tarafından hançerlenerek şehit oldu (1389).
Erkek çocukları: Yakub Çelebi, Yıldırım Bayezid, Savcı Bey ve İbrahim
Kız çocukları: Nefise ve Sultan Hatun

Orhan Gazi (1326 – 1359)


Orhan Gazi (1326 – 1359)

Orhan Gazi, 1281 yılında doğdu. Babası Osman Gazi, annesi Kayı aşiretinin ileri gelenlerinden Ömer Bey’in kızı Mal Hatun’du. Orhan Gazi, sarı sakallı, uzunca boylu, mavi gözlüydü. Yumuşak huylu, merhametli, fakir halkı seven, ûlemaya hürmetli, dindar, adalet sahibi, hesabını bilen ve hiçbir zaman telaşa kapılmayan, halka kendisini sevdirmiş bir beydi. Sık sık halkın arasına karışır, onları ziyaret etmekten çok hoşlanırdı.
Orhan Gazi, Babası Osman Gazi’nin 1326’da vefatı üzerine beyliğin başına geçti. Orhan Gazi, 1346’da Bizans İmparatoru VI. Yoannis Kantakuzenos’un kızı Teodora ile evlendi. Ayrıca, Yarhisar Tekfur’unun kızı Holofira, Bilecik tekfuruyla evlendirilirken, düğün basılıp Holofira esir alındı ve Orhan Gazi ile evlendirildi. Müslüman olduktan sonra adı Nilüfer Hatun olarak değiştirildi; bu evlilikten, ileride Osmanlı Devleti’nin üçüncü hükümdarı olacak Murad Hüdavendigâr doğdu.
Erkek çocukları: Süleyman Pasa, Murad Hüdavendigâr, Ibrahim, Halil, Kasım
Kız çocukları: Fatma Hatun

Osman Gazi (1299 – 1326)



Osman Gazi (1299 – 1326)
Osmanlı Devleti’nin kurucusu olan Osman Gazi, 1258’de, Söğüt’te doğdu. Babası Ertuğrul Gazi, Annesi Halime Hatun’dur. Osman Gazi, uzun boylu, yuvarlak yüzlü, esmer tenli, ela gözlü ve kalın kaslıydı. Omuzları arası oldukça geniş, vücudunun belden yukarı kısmı, aşağı kısmına oranla daha uzundu. Başına kırmızı çuhadan yapılmış Çağatay tarzında Horasan tacı giyerdi. İç ve dış elbiseleri geniş yenliydi.
Osman Gazi değerli bir devlet adamıydı. Dürüst, tedbirli, cesur, cömert ve adalet sahibiydi. Fakirlere yedirip, onları giydirmeyi çok severdi. Üzerindeki elbiseye kim biraz dikkatlice baksa, hemen çıkartıp ona hediye ederdi. Her ikindi vakti, evinde kim varsa onlara ziyafet verirdi.
Osman Gazi, 1281 yılında Sögüt’te, Kayı Boyu’nun yönetimine geçtiğinde henüz 23 yaşındaydı. Ata binmekte, kılıç kullanmakta ve savaşmakta çok ustaydı. Aşiretin ileri gelenlerinden, Ömer Bey’in kızı Mal Hatun ile evlendi ve bu evlilikten ileride Osmanlı Devleti’nin başına geçecek olan oğlu Orhan Gazi doğdu.
Sögüt’te temelleri atılan, altı yüzyıllık bir tarih diliminde ve üç kıtada hüküm sürecek olan Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi, 1326’da Bursa’da Nikris (goutte) hastalığından öldü.
Erkek çocukları: Pazarlı Bey, Çoban Bey, Hamid Bey, Orhan Bey, Alaeddin Ali Bey, Melik Bey, Savcı Bey
Kız çocukları: Fatma Hatun

İnsan Nedir ?



İnsan nedir?
İnsan sadece insandır… İnsandan fazla bir şey değildir… İnsanüstü veya insan ötesi de değildir…
O eşreftir, ahsendir, efdaldır, ekmeldir ama sonuçta yine de insandır…
Şeytanlaşma, hayvanlaşma, melekleşme, mükemmelleşme potansiyeli taşısa da insanın insan olduğunu unutmamak lazım…
Tamdır, nakıstır, kusurludur, güçlüdür, acizdir, zayıftır, hırslıdır, özürlüdür, tartışmacıdır, nankördür, zalimdir, cahildir… Her ne ise insan vardır ve halifedir… Kimse onu hafife alamaz…
İnsan meçhul mü? Hayır!
Malum, insan mesul…
İnsan sema ile arzı birleştiren eksen… Evreni koruyan, arzın imarı ve neslin ıslahına memur olan eşsiz varlık…
O halifedir… Allaha karşı bütün mahlûkattan sorumludur… O Allah'ın yarattıkları için bir rahmet kapısıdır…
Ancak insan Allah'ın huzurunda pasif, O'nun halifesi olarak evrene karşı aktiftir… İnsan dünyevi ihtiyaçlara sahip bir varlık olmakla beraber salt dünyevi bir varlık olarak görülmesi ve dünya ile sınırlandırılması doğru değildir…
O kendini dünya metaı ve maddesi ile sınırlamaz onun meadı ve maverası vardır… Çünkü o müteal olana yöneliktir…
Şuhudu temaşa ederken gayb ile temas halindedir…
Bu dünyada yaşıyor olsa da asıl yurdundan uzakta bir yolcu konumundadır… Bu yolculukta kılavuz, Kur'an'dır…
Bunun için tek dünyalı değil iki dünyalıdır… Bu dünyalıdır fakat dünyacı değildir…

Ruh ve bedenden oluşan insan kutsal değildir… Kutsallık arayacaksak o da kulluktadır…

İnsan mükemmelliği kullukta arar, hikmette bulur, Furkan'la sürdürür…

Her insan özeldir…

İnsan bu özelliğini imajına değil imanına borçludur…

İnsan olmak, iman etmek demektir…

İmaninsanın elinden tuttu… Onu esfelden eşrefe taşıdı… Erzelden ekmele yüceltti…

Komutası Kur'an'da olan insan kurtuldu… Kur'an insanı önce “kul” sonra “kardeş” kıldı… Bu sayede insan yalnızlaşmaktan, yabancılaşmaktan ve parçalanmaktan kurtuldu…

Dizginlerini vahyin eline veren insan hep diri ve duru kaldı…

Vahiyden koptukça vahşetlerin ve vahametlerin kurbanı oldu…

İnsanı aşırılıklardan ve şımarıklıklardan koruyan İslam'dır…

İslam insanın vasatıdır… Vüs'atıdır…

İfrat ve tefritlere itirazın ismidir, İslam… İnsan itidal ve istikametini İslam'la buldu…

Modernitenin kurtlaştırdığı, diktatörya ve feodalitenin mankurtlaştırdığı insana, kardeşleşme yolunu açan İslam'dır…

Bir tarafta fanatizm ve radikalizm diğer yandan ruhbanlık ve mistisizm kıskacında kıstırılan insanoğlunu rabbanilik çizgisine irşad eden vahiydir…

İslam kendi insanına ne modern zamanlarda olduğu gibi olabildiğince “özgürleş” der, ne de adam olabilmek için “nefsini öldür” der…

İslam, “ol” der, “olgunlaş” der…

İslam'ınhedeflediği insan; ne saldırgan, ne de siliktir…

O saygın ve salih bir kuldur…

Ruh ve balçık bileşkesi olan insanı parçalarsanız geriye iki helakten biri kalır… Toprağı yok sayar sadece ruhla yetinirseniz insan ruhbanlaşır…

Omurgasız, iddiasız, iradesiz bir insan profili ortaya çıkar… Sadece insanın toprağı ile yetinirseniz insanın çamurlaşma süreci başlar… Robotlaşan, makineleşen bir nesneye dönüşür…

Vahiy dışı tüm yaklaşımlar bu iki hüsrandan birinin habercisidir…

İnsanın çamuruna takılı kalmadan insanın cevherini keşfetmek lazım…

Fıtratı atlayarak insana fark edemezsiniz…

Spirtüalist(ruhçu) anlayış da, Materyalist(maddeci) algı da insanın bütünlüğüne kasteden kahredici kabullerdir… Her ikisi de insanın harcanmasını hızlandırıyor… İnsana nasıl kıyıldığını şimdi daha iyi anlıyoruz…

İnsanın önünü açmak adına sınırları zorlarsanız, insanı iki bataklıktan birine terk etmiş olursunuz; Narsizm(kendini aşırı beğenme)… Veya Nihilizm(Hiççilik)…

Özünden uzaklaşan insan ölümcül yok oluşların pazarıdır artık…

İnsanı kutsayan hümanizm, insanı yüceltmek adına her şeyi insana feda etti… Aslında insanı nasıl feda ettiğinin farkında değildi…

Seküler hümanizm insanı nihai ve tek belirleyici kabul ederek, insanı “mutlaklaştırarak”, insana nasıl bir kötülük ettiğinin hâlâ farkında değil… İnsanın kaldıramayacağı bir rolü insana yüklerseniz ona zulmetmiş olmaz mısınız?

Batının insan tanımı, “homoeconomicus” ve “homopoliticus” merkezlidir… Yani sekülerdir, rasyoneldir, hümaniterdir, liberaldir… Müteali yoktur… Aşkın değildir… Hevasıvar, verası yoktur…

Homoislamicus sadece zihni melekelere değil, içsel bir bilgi donanımına sahiptir… Bu dünyada yaşıyor olsa da maverası vardır…

Modern insan “göksel” olana kördür… Semadan “bağımsız” sadece toprakla ilgidir… Tüm değerlerini toprağa gömmüştür… Ölüm ötesi tüm gerçekliklere kendini kapatmıştır…

Beşeri düzeyi aşamayan antropomorfik(insan biçimcilik) düşünüş tarzı, insanı düzeysizleştiriyor…

Allah'a aidiyetini sonlandıran insan, arzulara aidiyet üzerinden anlamsızlık ve amaçsızlık girdabına savruluyor…

Artık yaşadığımız dünyada savaşlar politik, ekonomik, ideolojik olmaktan öte bizzat insanın kendisine yönelik… Nasıl bir insan?

İslam'ın savaşı da insanı insan kılma, insan olma savaşıdır… Yani İslam'ın önceliği insanın insanlaşmasıdır… İnsana “insanlık” dersi vermesidir…

İnsan yaratıldık… Peki, insan kaldık mı? Soru bu… Sorun bu… Sorumluluk bu…

İslam'ın ortaya çıkış amacı, insani bir hamle ve insani bir duruş içindir…

Bunun şifresi ise;

Ta'zimliemrillah(Allah'ın yüceliğine tazim)…

Şefkat lihalkillah(Allah'ın yaratıklarına şefkat)…

İnsan incitmek için değil, iyilik için vardır…

İnsanın vazifesi kendini değil, Rabbini yüceltmektir…

Sesini değil, İla'yı Kelimetullah'ı yükseltmektir…

İnsan olmanın sırrı; “Allah için olmak” tan geçer… İnsan, Allah ile barışık olmadan kendisi ile barışık olamaz… Kendisi ile barışık olmayan evrende misyon yüklenemez…

Temel mesele; Allah ile uyumlu olmak… Kendini O'na uyarlamak… O'na tutunmak… O'na odaklanmak…

Allah'ın gücü ile güçlenmeyen insan acizdir…

Allah'ın ruhu ile ruhlanmayan insan boşluktadır ve başıboştur…

Allah'ın boyası ile boyanmayan insan bayağı ve boştur…

İnsan, “insanlaşma” sürecinde hangi basamakları tırmanır?

İyi efkâr… Doğru düşünceler…

İyi akval… Hak sözler…

İyi ef ‘al… Salih ameller…

İyi ahlak… Güzel ahlak…

İşte “iyi adam” olmanın imkânı… Model insan, kâmil müminin kimliği… Adres belli… Referans sağlam…

Vahiyle netleşen bir zihin… Işığını vahiyden alan bir akıl… Vahiyle titreyen bir yürek… Vahiyle donanan, doyan, durulan ve dolan bir ruh… Vahiyle arınan bir nefis… Vahiyle dirilen bir hayat… Ve vahiyle yürüyen yani vahiyle vücud bulmuş bir insan… Varlığını vahye borçlu bilen bir insandır temel meselemiz…

Bunun için de sağlam bir ruha, etkin bir akla, güçlü bir iradeye, selim bir kalbe, arınmış bir nefse, sağlıklı bir bedene ihtiyacımız var…

Bu da salt insanın kendi gücü ile yapabileceği bir iş değildir, Allah'ın yardımına muhtaçtır…

İslam, insanını “halife” liğe hazırlarken bütünselliğini bozmaz, onu parçalamaz…

Bu halifelik ne salt kuru akıl işidir…

Ne salt kaba kuvvet gösterisidir…

Ne salt kitap kurdu olma becerisidir…

Ne de salt kof softalık hevesidir…

Mesele sadece bilgi sahibi olmak değil, önemli olan bilgeliktir…

Konu sadece akıllı olmakta değil, daha da önemlisi hikmet sahibi olabilmektir…

Can taşımak, canlı olmakta yetersiz; bizden istenen canlılık, yani direniş ve dik duruştur…

Daha da önemlisi Allah'ın “dur” dediği yerde durmaktır…

21 Şubat 2018 Çarşamba

Hayme Ana Kimdir ? | Ne zaman öldü ?


Hayme Ana, Osmanlı Devleti'nin varoluşunda çok önemli bir yere sahiptir. Eşi Süleyman Şah'ı göç esnasında kaybettikten sonra yönetim konusundaki en bilge kişi olarak aşiretin başına geçen Hayme Ana, Anadolu topraklarına adım atmıştır. İşte, Hayme Ana'nın ölümüne kadar başında kaldığı aşiret ve kendi hayatı hakkında bazı bilgiler, Ertuğrul Gazi’nin mensup olduğu Osmanlı İmparatorluğu’nun çekirdeği olan Karakeçili Aşireti 13.yy’ın başlarında Horasan’ın Mahami şehrinden ayrılıp ; Erzincan-Ahlat ve Van yörelerine yerleşirler. Bu sırada aşiretin başında Ertuğrul Gazi’nin babası Gündüz Alp ( Süleyman Şah) bulunmaktadır. Moğol saldırısından rahatsız olan aşiret , buradan güneye doğru ilerleyerek bugünkü Suriye topraklarına varırlar. Gündüz Alp ,Fırat Nehri’ni geçerken atının tökezlemesi sonucu düşer ve boğulur. Gündüz Alp’in oğullarından ikisi Sungur Tekin ve Gündoğdu bu olayı uğursuzluk sayarak geri dönerler. Diğer kardeşlerden Ertuğrul henüz 12 yaşında , Dündar ise daha küçüktür. Aşiretin ileri gelenleri törelere uyarak Gündüz Alp’in eşi Hayme Ana’yı aşiretin başına geçirirler. Hayme Ana, aşireti kocası ile beraber idare ettiği için engin bilgi, tecrübeye sahiptir ve 400 çadırlık aşireti ile Anadolu’ya geçer.Burada Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat , aşireti Ankara civarında Karacadağ eteklerine yerleştirir. Hayme Ana , aşireti ile uzun zaman orada kalır. Yöreye kendi adı (bugünkü HAYMANA) verilir. Oğlu Ertuğrul’u büyütür ve yetiştirir. Aşiret reisliğini ona devreder. Genç aşiret reisi Ertuğrul , Selçuklular safında savaşlara katılır ve büyük kahramanlıklar gösterir. Ertuğrul’a Beylik ünvanı verilir ve Uç Beyi olarak batıya gönderilir. Ertuğrul Gazi liderliğindeki Kayı Aşireti Söğüt’ü kışlık , Domaniç Yaylası’nı yazlık olarak kullanmaya başlar. Hayme Ana torunlarının yetişmesi için çalışmaktadır. Özellikle Osman Gazi’nin bakımı , yetiştirilmesi Hayme Ana’ya kalmıştır. Yayladaki çamlarda beşik kurarak Osman’ı sallar ona ninniler söyler.Yöredeki Beşik Çamı diye anılan çam , Domaniç İlçesi’ne bağlı Domur Köyü’ndedir. Ömrünü tamamlayan Osmanlı İmparatorluğu ile kaderini birleştirmişçesine yerde cansız yatmaktadır.
HAYME ANA NE ZAMAN ÖLDÜ?
Hayme Ana bir yayla dönüşü Çarşamba Köyü’nde vefat eder. Ertuğrul Gazi, "Devlet Ana" diye de anılan annesi "Hayme Ana"yı vefat ettiği Çarşamba’da her yıl çadır kurduğu bir tepenin üzerinde defnettirir. Hayme Ana´nın vefatından sonra, gömüldüğü yerin etrafı duvarlarla çevrilmiştir. II. Abdülhamit devrinde, Çarşambalı bir köylü evinde sakladığı dedesinden kalma deri üzerine yazılmış bir vesikayı köye gelen birine okutur. Vesikanın Hayme Ana´ya ait olduğu ortaya çıkar. Görevli İstanbul´a giderek Yıldız Sarayı´na varır ve vesikayı padişaha ulaştırır. II.Abdülhamit vesikayı inceletip bir heyeti buraya gönderir. Büyük ninesi Hayme Ana´nın kabrini buldurarak üzerine bir türbe ve külliye yaptırır. 

SÜLEYMAN ŞAH KİMDİR ?

ERTUĞRUL GAZİ’NİN BABASI SÜLEYMAN ŞAH KİMDİR ?
Süleyman Şah veya Süleyman Şah bin Kaya Alp (d. 1178? – ö. 1227; Fırat), Osmanlı İmparatorluğu’nun resmi olarak kurulmasına giden süreçte önemli bir yere sahiptir. Kaya Alp’in oğlu, Ertuğrul Gazi’nin babası, Osman Gazi’nin dedesidir. Oğuzların Kayı boyundandır. Doğum yeri ve tarihi hakkında kesin bilgiler olmadığı gibi 12. yüzyılın sonlarında doğduğu ve Kayı boyunun reisi olduğu bilinir. Moğol hükümdarı Cengiz Han'ın Orta Asya'daki istilâsı üzerine, 13. yüzyılda Türkistan'dan batıya doğru göç etmeye karar vermiştir. Türkistan’dan 50.000 kişiyle Kuzey Kafkasya üzerinden Doğu Anadolu’ya gelerek, 1214’te Erzincan ve Ahlat taraflarına yerleşti. Aynı boya mensup bazı aşiretler de Diyarbakır, Mardin ve Urfa’ya yerleştiler. 1225-1226 arası da Haçlı Kalesi’nin fethi onun devrinde gerçekleşti.
Süleyman Şah’ın Kayı boyu’ndan birkaç bey ile Caber’e giderken Fırat Nehri’nde boğulduğu iddia edilip, Melikşah’ın kardeşi I. Tutuş’un ordularıyla Halep yakınlarında yaptığı savaşta öldüğü düşünülür. Ölümünden sonra Caber Kalesi’nin Fırat nehri hizasındaki kuzeyde (Türkiye’ye kuş uçuşu 30 km kadar güneyde) bir kümbete defnedildi. Mezarın bulunduğu bölge, I. Dünya Savaşı sonrasında Suriye Osmanlı Devletinden ayrılınca, Fransız Suriye Mandası sınırları içerisinde kalmıştır. Ancak Ankara Anlaşması ve Lozan Antlaşması’na göre Türkiye’nin toprağı sayılmıştır.
21 Şubat 2015 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti hükümeti tarafından Suriye’deki iç savaş öne sürülerek gerçekleştirilen Şah Fırat Operasyonu neticesinde türbe geçici süreliğine Türkiye sınırına 180 metre mesafedeki Eşme köyüne taşınmıştır.
Süleyman Şah’ın Sungur Tekin, Gündoğdu, Ertuğrul Bey ve Dündar Bey adında dört oğlu vardı. Sungur Tekin ve Gündoğdu, kabileleriyle birlikte eski yurtlarına döndü. Dündar Bey ve Ertuğrul Gazi, 400 çadırlık aile efradıyla beraber yeni bir yurt aramak için Pasinler Ovası ile Sürmeliçukur yöresine gittiler.

Ertuğrul Gazi’nin Hayatı ?

Ertuğrul Gazi Kimdir

Ertuğrul Gazi, 400 çadırlık bir obadan Cihan Devleti’nin temelleri atan kişidir.Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucusu olan Osman Gâzinin babasıdır. Oğuzların Bozok koluna mensup Kayı boyundan Süleyman Şah’ın oğludur. Annesi Hayme Ana’dır. Moğollarınİslâm ülkelerini istila ettiği sırada babası, Selçuklu topraklarında yaşamak üzere aşiretiyle birlikte ülkesini terk etmiş, Amu Deryâ’yı aşıp, Oğuzların yoğun olduğu Ard havzasına gelmişti. 1220’lerde Horasan’ın kuzey sınırına, oradan Karakum Gölünün güneyine, oradan da Merv yoluyla Ahlat’a ulaşmıştı. Moğol ateşinin Doğu Anadolu’yu da sarması üzerine aşiretine daha uygun bir yer arayan Süleyman Şah, Rakka civarında Ca’ber Kalesi yakınında Fırat Nehrinden geçerken boğuldu.
Ertuğrul Gazi’nin babasının adı bir kısım tarihçiler tarafından Süleyman Şah olarak kabul edilir. Bir kısım tarafından da Gündüz Alp olarak kabul edilir.
Süleyman Şah’ın vefâtından sonra, Ertuğrul Gâzi aşirete reis seçildi. Ağabeyleri Sungur Tekin ve Gündoğdu, kendilerine biat eden aşiret mensuplarıyla birlikte Ahlat’a geri döndüler. Ertuğrul Gâzi ise, kardeşi Dündâr Beyle birlikte batıya doğru hareket etti.

Ertuğrul Gazi’nin Hayatı
Sivas yakınlarında konakladıkları esnada Selçuklu ordusu ile büyük bir Moğol ordusunun savaşına şâhid oldular. Selçukluların yenilmekte olduğunu görünce, kuvvetleriyle onların yardımına koşan Ertuğrul Gâzi gâlip gelmelerini sağladı. Bunun üzerine Selçuklu Devletinin hükümdârı bulunan Sultan Alâeddîn, Ertuğrul Gâziye iltifât ederek hil’at gönderdi ve Ankara yakınındaki Karadağlar mıntıkasını ıktâ olarak verdi (1230).Bir müddet sonra, Bursa ile Kütahya arasındaki Domaniç Dağları yaylak, Söğüt ile Karacaşehir kışlak olmak üzere kendilerine verildi. Bunun üzerine Ertuğrul Gâzî kabilesiyle berâber gelip, Söğüt ve Domaniç’e yerleşti. O civarlarda oturan Afşar (Alişar) veya Çavdar aşîretleri ve  Hıristiyan tekfûrlarla da iyi geçinmeye dikkat etti. Nitekim bu hoşgörüsü, adaleti sayesinde Hristiyanların bile  sevgi ve saygısını kazandı.
Adaleti, halka yaptığı iyilikler o kadar çoktu ki, Hristiyanlar bile kendisini sevip sayıyordu.Bu hoşgörü, adalet ve yardımsever kişiliği Ertuğrul Gazi’yi günden güne güçlendirdi. Bu güçlenme Karacahisar tekfurunu kendisine cephe almaya yönelttirdi.Bunun üzerine Konya’ya Sultan Alaeddin’e giderek bu hisarın fetih edilmesine teşvik etti.Birlikte Karacahisar’ı kuşattılar.Moğollar’ın Konya Ereğlisi’ni kuşatmasına üzerine Sultan geri döndü.Ertuğrul Gazi kuşatmayı devam ettirdi ve bir müddet  sonra Karacahisarı fethetti.Tekfuru ve esirleri kardeşi Dündar Bey ile Konya’ya Sultan’a gönderdi.
Ertuğrul Gazi, yöneticiliği döneminde kabilesinin nüfusunun az olmasından dolayı barış merkezli, tedbirli bir siyaset izledi. Çevresinde bulunan Türkmen beylikleri ve Bizans (İnegöl-Karacahisar-Bilecik) tekfurlarıyla da daima iyi geçinip onların durumlarını ve siyasi şartları gayet iyi değerlendirerek başında bulunduğu kabilesini ve idaresi altında yaşayanları sulh ve sükûn içinde yaşattı.Yarım asır adâletle idâre ettiği bölgede Hıristiyanlara da İslâmiyeti sevdirdi. Ertuğrul Gazi, emri altındaki topraklarda yaşayan halk tarafından çok sevilen ve sayılan bir kişiydi. Söğüt’teki Hıristiyan tebaası da Ertuğrul Gazi’yi yürekten seviyor ve sayıyordu. Yurt tuttuğu bölgede huzur ve güveni sağladı.
Ertuğrul Gazi, 1281 senesinde 93 yaşlarında iken Söğüt’te vefat etti. Türbesi Söğüt’tedir. Her yıl eylül ayının 2.haftası pazar günü anma törenleri yapılmaktadır.

En Çok Okunanlar