Asırlar önce bir İmparatorluk Başkenti olarak kurulan İstanbul, kurulduğu andan bu yana dünyanın dört bir tarafından ilgi odağı olmuştur. Boğazın boynuzundaki küçük Byzántion yerleşimini temel alarak dünyanın merkezi olacak bir imparatorluk başkenti inşa eden I. Konstantin, Hıristiyanlığı kabul eden ilk Roma imparatoru olması sebebiyle adıyla anılan bu kenti, yeni inancını Roma kenti mimarisinin kadim süsleriyle harmanlayarak Hıristiyanlığın en güzel abideleriyle donatmıştır. Bu güzel kenti ziyaret eden, çevreleyen, işgal etmek isteyen ya da ele geçiren her yeni topluluk ona yeni bir isim vermiştir. Bu haliyle belki de dünya tarihinde kendisine en çok isim verilen kentlerden birisi olmuştur. Konstantinopolis, Konstantiniyye, Roma Constantinopolitana, Rūmiyyat al-Kubra ve Çarigrad gibi birçok isim bu kente yakıştırılmış ve verilmiştir. Bu yazıda ise bu güzel kente çok uzak yerlerden, Avrupa’nın kuzey kıyılarından gelen Vikinglerin verdiği ismi ve bu kentteki izlenimlerini ele alacağız.
Vikingler uzun yıllardan bu yana Ortadoğu’ya ve Küçük Asya’ya ilgi duyuyorlardı. Nehirlerin ve göllerin birbiriyle bağlanmasıyla oluşan su yollarını takip ederek Baltık Denizi’nden Karadeniz’e ve dolayısıyla da Akdeniz’e ulaşıyorlardı. Akdeniz’e sadece Karadeniz üzerinden değil aynı zamanda Avrupa’nın okyanus kıyılarını takip edip Cebelitarık’ı geçerek de ulaşıyorlardı. Geç Ortaçağ’da artık Vikinglerin bu yollarla ulaştıkları Akdeniz siyasetinin önemli bir aktörü haline gelmişlerdi. On birinci yüzyıldan itibaren Sicilya ve İtalyan yarımadasının güney uçları kuzeyli yağmacılar tarafından işgal edilmiş ve Avrupa’nın en özgün kültürel yapılarından birisini meydana getirmişlerdir. Normanların, Vikinglerin, Kuzeylilerin ya da İskandinavyalıların Akdeniz’deki bu ve benzer siyasi varlıkları Kuzey Buz Denizi’ndeki benzerleri gibi yıpratıcı ve yaratıcı bir güç olarak belirmiştir. Yeni kimlikler meydana gelmiş ve yeni kültürel dokular yaratılabilmiştir.
Kuzeylilerin Yakın Doğu’daki siyasal varlıkları, İskandinavya’nın dinsel kimlik dönüşümüyle birlikte daha da ilginç bir hal almış. Hıristiyanlaşan Vikingler artık Akdeniz’e ve Yakın Doğu’ya sadece siyasal, askeri ya da ekonomik nedenlerle değil aynı zamanda dinsel ve kültürel nedenlerle de gelmeye başlamışlardır. Vikinglerin Yakın Doğu’daki varlıklarını birincil kaynaklardan takip ettiğimizde, kendi pencerelerinden aşina olduğumuz bu topraklara nasıl baktıklarını yakından görebiliyoruz. Vikinglerin yolculuklarını takip ettiğimizde örneğin İstanbul gibi kuruluşundan bu yana siyasi ve dini açıdan önemli görülen kadim kentlere onların da ilgi gösterdiğini görüyoruz. İstanbul’a yolu düşen onlarca topluluk içinde Avrupa’nın en kuzey uçlarından gelen Vikinglerin izleri günümüzde de takip edilebilmektedir. Bu izleri daha çok araştırmaya, okumaya ve yazmaya devam edeceğiz. Az sonra okuyacağınız satırlar ilk cildini çevirip yayınladığımız Heimskringla’dan alınmıştır. İzlandalı ünlü politikacı, şair ve tarihçi Snorri Sturluson’un Heimskringla’da Vikinglerin mitolojik destanlarından yarı efsanevi krallarına kadar geniş bir bilgi dağarcığı derlenmiştir. On üçüncü yüzyılda yaşayan Snorri Sturluson’un kaleme aldığı Heimskringla’da aktarılan Norveç krallarının yaşantıları bir tarihçilik misyonuyla ele alınmıştır. Heimskringla’nın hacimli eserinde yer alan “Saga Sigurðar jórsalafara, Eysteins ok Ólafs” isimli babının on ikinci ve on üçüncü bölümleri dilimize de ilk kez burada çevrilmiştir.
Bu sagada ve aşağıda Türkçe’ye kazandırdığımız on ikinci ve on üçüncü bölümlerde yarı efsanevi Norveç Kralı Sigurd Magnusson’un İstanbul’a gelişi ve İstanbul’da yaşadıkları kaleme alınmıştır. Norveç Kralı Sigurd Magnusson bir haçlı seferine bizzat katılan ilk kraldır. Bunu kendisinin yeni bir inanca geçen, henüz dinsel değişimini tümüyle tamamlamamış olmasından gelen dinsel motivasyonuna bağlayabiliriz. Norveç Kralı Sigurd Magnusson bu nedenle de zaten Viking toplumları tarafından “Haçlı Sigurdr” Sigurðr Jórsalafari olarak nitelenmiştir. Elli beş ya da Altmış kadar gemisiyle Kudüs’e ulaşmayı başarmıştır. Bu nedenle belki de yolculuğunun tümüyle karadan gerçekleşmediğini düşünebiliriz. Heimskringla’da İstanbul’dan sonra gemilerini bırakıp kara yoluyla devam ettiği söylense de Fulcherius Carnotensis ve İbn Kalânisî gibi başka Ortaçağ kaynaklarında Sigurðr Jórsalafari’nin gemileriyle Kudüs’e vardığını kaydetmişlerdir. Ancak filosu su yolları takip ederken bu yeni Hıristiyan olan Viking kralının, ataları gibi[1] kutsal toprakları ziyaret etmek maksadıyla kara yolunu takip etmesi de olasıdır.[2]
Heimskringla’nın Magnússona saga isimli parçasında yer alan Norveç Kralı Sigurd Magnusson’un anlatısındaki İstanbul bahsi aşağıdaki gibidir:
---------------------------------------------------------------------------------------
Kral Sigurd, Miklagarðr[3]’a doğru yelken açtığında, karaya doğru dümen kırmıştır. Tüm kara boyunca birbiri ardına sıralanmış kasabalar, kaleler ve küçük kır kentleri vardır. Buradaki karalardan yelkenlilerin sığındığı koylar görülebilir; yelkenliler birbirlerine çok yakın seyrediyordu, sanki hepsi birmiş gibi görülüyordu. Herkes Kral Sigurd’un yelkenlisiyle geçmesini seyre gelmişti. İmparator Kirjalax[4] da ayrıca Kral Sigurd’un yolculuğunu duymuştu, hemen Miklagarðr’in limanlarının açılmasını emretti, ki İmparator’un uzun süre kentte olmadığında ya da seferden zaferle döndüğünde kente girdiği bu kapının adı da Gullvarta[5] idi. İmparator Gullvarta’dan Lakjarnir[6]’e kadar tüm şehri en güzel kumaşlarla donattı, burada kentteki en görkemli saray bulunurdu. Kral Sigurd adamlarına gurur nidalarıyla kente girmelerini emretti, her gördüklerini yeni şeye şaşırmamalarını söyledi, onlar da öyle yaptı. Kral Sigurd ve takipçileri büyük bir ihtişamla Miklagarðr’a girdiler ve her şeyin olabilecek en güzel şekilde yer aldığı muhteşem sarayını buldular.
Kral Sigurd burada bir vakit kaldı. İmparator Kirjalax ona gönderdiği elçilerle altı lispund[7] kadar altın ya da Padreim[8]’de düzenlediği geleneksel oyunları onun adına yapmayı teklif etti. Kral Sigurd’un tercihi oyunlardan yana oldu, ve elçiler İmparator’a gösterinin teklif ettiği paradan daha azına mal olmayacağını söyledi. Sonra İmparator oyunlar için hazırlandı, her zamanki gibi yapılacaktı; ancak bu kez her şey kraliçeye olduğundan daha iyisini krala sunmak için yapılacaktı; kraliçe her zaman oyunların yarısını üstlenirdi, adamları da bu yüzden tüm oyunlarda birbirleriyle mücadele ederdi.
Metinde Gulvarta olarak anılan "Altın Kapı" |
Yunanlar ise güya Padreim’deki oyunlarda kralların adamlarının kraliçenin adamlarından daha fazla oyun kazandığından savaşı da onların kazanacağını düşünüyordu. Miklagarðr’da yaşayan halk Padreim’in şöyle inşa edildiğini söylemektedir: bir düzlüğün etrafını saran yüksekçe bir duvar vardı, bir þing[9] ile karşılaştırılabilirdi, aynı onun gibi taş duvarının etrafındaki bayırlar toprakla gömülmüştü, ki bu bayırlarda gözlemciler otururdu; ancak oyunların kendisi ise ortadaki düzlükteydi. Buradaki oyunlarda Ás’lar[10], Volsunglar[11] ve Giukunglar[12] hakkında her türden eski olaylar sergilenirdi, tüm oyuncular bakır ya da metal içinde görülür, yaşayanlar arasında muhteşem sanatlarıyla ortaya çıkarlardı, halk da onları oyunlarda olduğu gibi anlardı. Oyunların kendisi de oldukça sanatlı ve zekiceydi, öyle ki insanlar sanki havada uçuyor gibi görülüyordu, ve ellerinde skoteldr[13] de vardı, her türden saz sesleri, şarkılar ve müzik aletleri de oradaydı.
Miklagarðr’daki günleri sırasında Kral Sigurd, İmparator’a bir davet düzenledi, adamlarına eğlence için ne gerekiyorsa tutumsuzca yapılmasını emretti; yüksek mertebeden bir adama bir başka muhteşem adamdan verilecek eğlenceye uygun olan her şey sağlanmıştı, Kral Sigurd adamlarına yakacak odun satılan şehrin sokaklarına çıkmalarını emretti, yemek için gerekeni bol miktarda getirdiler. Halk ise, yakacak odun istemekte kralın korkmasına gerek olmadığı söyler, zira kente her gün odun getiriliyordu. Buna rağmen ihtiyaç olduğunda yine de hepsinin tükendiği de oluyordu, ki krala da böyle söylendi. Onun cevabı ise şöyle oldu: “bulabilirseniz ceviz getirin deneyin, onlar da en az odun kadar işe yarar.” Onlar da ihtiyaç olduğu kadar bulup getirdiler. Ardından İmparator geldi, asilzadeleri ve saray eşrafı da yanındaydı, ve bir masaya oturdular. Her şey muhteşemdi; ve Kral Sigurd İmparator’u harika bir şekilde karşıladı, ve onu harikulade bir şekilde ağırladı. Kraliçe ve İmparator hiçbir şeyin eksik olmadığını fark ettiğinde, Kraliçe yakacak olarak ne kullandıklarını öğrenmeleri için adamlarını görevlendirdi; ve cevizle dolu bir eve vardılar, geri gelip Kraliçe’ye anlattılar. “Gerçekten de” dedi Kraliçe: “ne muhteşem bir kral, şerefiyle ilgili olduğunda hiçbir masraftan kaçınmıyor.” Yemeği hazırlayacak odun ateşini bulamadıklarında neyi denediklerini anlayınca bu sonuca varmıştı.
Kral Sigurd çok geçmeden eve dönüş için hazırlanmaya başladı. Tüm gemilerini İmparator’a verdi; kralın gemilerindeki değerli figür başları Petrus’un kilisesine bırakıldı, ki bugün dahi gidip görülebilir. İmparator krala tüm yönetim bölgelerinde eşlik etmesi için birçok at ve rehber verdi. Kral Sigurd sonra Miklagarðr’dan ayrıldı, ancak çok sayıda Kuzeyli burada kaldı, ve İmparator’un hizmetine girdiler.