Mimar Sinan & Eserleri
Mimar Sinan Kayseri 'nin Ağınas köyünde 15. yüzyıl sonlarında çağının en iyisi olarak tanımlanacak bir mimar doğdu. Osmanlının en ihtişamlı döneminde ülkenin pek çok yerine imzasını atarak şaheserler çıkaran bu kişi Mimar Sinan dı. Devşirme olarak alındığı yeniçeri ocağında dülgerlikle başladığı yolda hasekiliğe kadar yükseldi.
Mühendisliği, mimarlığı ve tasarımcılığı bir araya getirmesini bilen Sinan, Osmanlının 50 yıl boyunca baş mimarlığını yaptı. Namı diğer Mimar Ağa ya da Koca Sinan 400 'ü aşkın eseri ile Türk ve dünya sanat tarihinin en büyük ustalarından biri oldu.
Eserleriyle pek çok kente kimlik katmasına rağmen Sinan 'ın kimliğine dair bilinenler sınırlı verilere dayanır. Abdülmennan oğlu Sinan kimi kaynaklara göre 1488 kimilerine göreyse 1490 yılında doğar.
Doğum yılı, devşirme olarak alındığı yıl üzerinden tahmin edilir. Abdülmennan ise sanıldığı gibi babasının adı değildir. O da, Osmanlıda tıpkı diğer devşirmeler ve din değiştirip Müslümanlığa geçenlerdeki gibi, baba adı olarak Allah 'ın kulu anlamına gelen Abdülmennan, Abdullah, Abdurrahman isimlerinden birini alır.
En kesin bilgi ise Kayseri 'nin Ağırnas köyünde doğduğudur. Bunun en büyük kanıtı 1573 'te Kıbrıs fethedildikten sonra Sinan 'ın köyündeki akrabalarının Kıbrıs 'a sürülmesini engellemek için II. Selimin Akdağ kadısına yolladığı hükümdür:
"Şimdi hassa mimarlarımın başı (Sinan) mektup gönderip Kıbrıs 'a sürülmesi ferman olunan Kayseri halkı arasından kendi oturduğu Ağırnas adlı köy halkı ile diğer köylerde oturan akrabalarından Keçibürüngüz 'de Sarıoğlu Düğence, Ürgüb köyünden Ulise ve Kudişan adlı zimmîlerin Kıbrıs 'a sürgün olmaktan bağışlanmasını dilemektedir. Sözü edilen, oturduğu söylenen köyünden ve akrabasından olan adı geçen zimmîlerin Kıbrıs 'a sürülmek için deftere yazılmış olsalar bile, defterden çıkarıp Kıbrıs 'a sürgün olanlardansınız diye incitilmesine de engel olasınız. Ve bu yüce hükmümü mahfuz sicile kaydedip ellerinde bırakınız. "
II. SELİMİN HÜKMÜNDE de geçtiği üzere Sinan 'ın akrabaları zimmî yani İslam devletinin egemenliğini kabul eden gayrimüslimlerdir. Bugüne kadar en çok tartışılan konulardan biri olan Sinan 'ın kökeni, İbrahim Hakkı Konyalı 'ya göre Rum.
Konyalı, Rumların Ağırnas 'ı bırakmadan önce, Taşçıoğlu isimli bir Rum ailesinin Sinan 'ın kendi ailelerinden geldiğini söylediğini anlatır. Ayrıca Sinan 'ın köyüne ilişkin belgeler içinde, 1584 'te yapılan tahrirde köydeki 189 vergi mükellefinin sadece beşinin Müslüman olduğunu, Sinan 'ın Kıbrıs 'a sürülmesini engellediği, Düvenci adını taşıyan dokuz Hıristiyan 'ın adının ise bu tahrirde yazılı olduğunu saptar.
Selçuk adları taşıyan bu halkın Hıristiyan Türk mü, Mecusilikten Hıristiyan olan Türk mü ya da Türk etkisinde adını değiştiren Hıristiyan mı olduğu anlaşılamaz. Sarayın mimar ağasının ailesi hakkındaki bilgiler de çok azdır.
Suphi Saatçi 'ye göre adına düzenlenen vakfiye uyarınca Sinan 'ın eşinin adı Mahmud kızı Mihri Hatundur. Biri Sinan hayattayken şehit olan oğlu Mehmed, diğerleri Neslihan ve Ümmühan olmak üzere üç çocuğu vardır. Tarihçi İbrahim Hakkı Konyalı ise beş kızı iki oğlu olduğunu yazar. Sinan in Gülruh ve Mihri isimli iki eşi olmuştur.
Sinan 'ın iç dünyası nasıldı, 50 yıl boyunca yürüttüğü baş mimarlık yolculuğuna nasıl başladı? Bu soruların cevabını bulabildiğimiz en önemli eser, Sinan 'ın kendi anlatımıyla şair Saî Mustafa Çelebi 'ye kaleme aldırdığı Tezkiretul Bünyan ve Tezkiretul Ebniye (Mimar Sinan 'ın Anıları).
Sinan, Tezkiretü 'l Bünyan 'da Yavuz Sultan Selim zamanında devşirildiğini ve yeniçeri ocağındaki yükselişini şöyle anlatır:
"Bu değersiz kul, Sultan Selim Hanın saltanat bahçesinin devşirmesi olup, Kayseri sancağından oğlan devşirilmesine ilk defa o zaman başlanmıştı. Acemi oğlanlar arasından sağlam karakterlilere uygulanan kurallara bağlı olarak kendi isteğimle dülgerliğe seçildim. Ustamın eli altında, tıpkı bir pergel gibi bir ayağım sabit olarak, merkez ve çevreyi gözledim. Sonunda, yine tıpkı bir pergel gibi yay çizerek, görgümü artırmak için diyarlar gezmeye istek duydum.
Bir zaman padişah hizmetinde Arap ve Acem ülkelerinde gezip tozdum. Her saray kubbesinin tepesinden ve her harabe köşesinden bir şeyler kaparak, bilgi, görgümü arttırdım. İstanbul 'a dönerek, zamanın ileri gelenlerinin hizmetinde çalıştım ve yeniçeri olarak kapıya çıktım. "
Acemi oğlanlıktan çıkıp yeniçeri olan Sinan, Sultan Süleyman ile birlikte 1522 'deki Rodos, Belgrad seferlerine gitti. Yeniçerilerin daha seçme bir sınıfı olan sekbanlara katıldı ve atlı süvari oldu. Ordudaki yükselişi 1526 yılında Mohaç seferinde de devam etti. Yayabaşı, yani bir nevi bölük kumandanlığına atandı. Sonraları zemberekçi başı, başteknisyen oldu.
Katıldığı seferler geleceğin mimarı olarak da ona çağın önemli kentlerini tanıma fırsatını verir ve tasarımlarında etkili olur. Bu esnada inşa ettikleri ise mimarlığa geçişte en büyük referansı olacaktır.
Kanuni ile çıktığı İran seferinde, Tatvan gölü kenarında İran ordusuyla savaş kaçınılmaz olunca, Vezir Lütfi Paşa göl üzerinden suyun öte yakasına geçip düşmanın durumundan haberdar olmak ister. Bunun üzerine Sinan kısa zamanda üç kadırga inşa eder. Başarısından dolayı haseki unvanı verilir.
1538 'DEKİ KARABOĞDAN
seferi ise Sinan için dönüm noktası olur. Prut nehri kıyısına gelindiğinde ordunun geçmesi için köprü gerekir. Bataklık alana günlerce uğraşılmasına karşın bir köprü kurulamaz. Kanuni 'nin veziri Lütfi Paşanın deyimiyle bu görev de "işbilir mimar" Sinan 'a düşer. Sinan onu başmimarlığa taşıyacak bu görevi şöyle anlatır:
"Hemen adı geçen suyun üstüne bir güzel köprünün yapımına başladım. 10 günde yüksek bir köprü yaptım. Îslam ordusu ile bütün canlıların şahı, sevinçle geçtiler. "
17 yıl süren yeniçerilikten sonra başmimarlığa atanan Sinan hayatının bu önemli anını şu cümlelerle özetler:
"Yeniçeri ocağındaki yolumdan ayrılacak olma düşüncesi elem verse de sonunda yine mimarlığın camiler inşa edip birçok dünya ve ahret muradına vesile olacağını düşünüp kabul ettim. "
Artık şehre su getirilmesinden yapı malzemesi fiyatlarına kadar imparatorluktaki tüm inşa işlerinden o sorumludur.
Sinan 'ın baş mimar olarak yaptığı ilk işi Haseki Hürrem Sultan camisi ve medresesidir. Bunun ardından Kanuni Sultan Süleyman 'ın oğlu Şehzade Mehmet 'in genç yaşta ölümü, önemli bir fırsatı Sinan 'ın ayağına getirir.
Üzüntü verici bu olay Osmanlı mimarisinin evrensellik yolundaki ilk adımının, Şehzade Mehmet camisinin doğmasına sebep olur. Sinan ilk büyük eserini, şairane üslubu ile şöyle tanımlar:
"Kubbeleri, deniz üzerindeki güzel dalgalar gibi olan bina yavaş yavaş yerden yükselerek, başını kaldırdı. Renkli kemerleri, gökkuşağı gibi semaya yükseldi. Gönül açıcı sofaları, neşeyi arttıran bir gezinti yeri gibiydi. Kubbe ile iki minaresi, sanki iç aydınlığına sahip bir yaşlının önünde saygıyla ayağa kalkmış, yakışıklı, uzun boylu iki gencin, huzurda duruşlarını andırıyordu. Ana yol tarafındaki kutsal avlusu, sevinç yoluna benziyordu. "
Sinan 'ın yaptığı her eserle yükselişi devam eder. Ancak bir o kadar da kendisi ve eserleri hakkında dedikodu yapılır. Örneğin Sinan 'ın mühendis yanını ortaya koyan, uzunluğu 50 kilometreyi aşan Kırkçeşme suyolu yapılarını hayata geçirirken halk arasında dedikodular başlar: "Bu mimar gayb ilminden haberdar mıdır ki bu kadar su vardır diye kesin konuşabiliyor? Şu açık ki, her suyolu suyun varlığını ve her yeşillik de selsebilli çeşmenin bulunduğunu kanıtlamaz. "
Çalışma bittiğinde Sultan Süleyman mükâfat olarak Sinan 'ın evine su almasına izin verir. Özel olarak yapılan yolla Sinan 'ın evine su akıtılır. Ancak Sinan daha sonraları, yasak olduğu hâlde evine su almakla suçlanır.
Dedikodular Sinan 'ın peşini Süleymaniye camisinin inşaatı sırasında da bırakmaz. Sinan 'ın inşaatı bitiremeyeceği, kubbenin durması konusunda sıkıntı olduğu kulaktan kulağa yayılır.
Mimarbaşı, Süleymaniye camisini bitirdikten sonra burada kendine bir ev inşa eder. İbrahim Hakkı Konyalı 'nın deyimiyle, büyük eserinin gölgesinde yaşar. Sinan 'ın evinden Süleymaniye 'nin kubbesi ve dört minaresi rahatlıkla görünüyordu. "O da evinin sofasına oturur, eserini içine sindire sindire seyrederdi. Beş vakitte dört minarenin şerefelerinden akseden billur bir akışla kalbine dökülürdü. "
SİNAN ÖLDÜKTEN SONRA da evi boş kalmaz. İsteğine uygun olarak her sene muharrem ayının 10. günü yemekler hazırlanarak fakirlere verilir, yemekten sonra Kuran okuyanlara da 60 akçe dağıtılır. İkinci vakfiyesine göre evinin kapısının önünde suyun aslan başından aktığı büyük bir çeşme, evin bitişiğinde dükkân ve mektebi vardır. Sinan 'ın hizmetinde bulunan köleleri de vardır. Sinan öldükten sonra azat edilecek köleleri için bir de vasiyetname hazırlar.
Koca Sinan mimarbaşı olduktan sonra yaptığı Şehzade ve Süleymaniye camilerinin ardından, bu dönemin üçüncü büyük eserini inşa eder. Bu, ustalık eserim dediği Selimiye camisidir. Sinan, Selimiye ile dünya mimarlık tarihine büyük kubbeli yapıya yeni bir kimlik kazandıran bir yaratıcı olarak geçer.
Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman, II. Selim ve III. Murat olmak üzere dört padişahın dönemine tanıklık eden Mimar Ağa, acemi ocağında öğrendiği dülgerlik sanatıyla başladığı yolunu yeteneği ve zekâsıyla mimarbaşı olarak tamamlandığında yaklaşık 100 yaşındadır.
1588 'de ölen, çok uzun yaşadığını haklı çıkaran lakabıyla Koca Sinan, tıpkı hayattayken olduğu gibi öldüğünde de Süleymaniye camisinin yanında olmak ister.
Yanında inşa ettiği türbede, başucundaki dua penceresinde yazdığı gibi "Giçdi bu demde cihandan piri mimaran Sinan. "
Mimar Sinan Süleymaniye
OSMANLI MİMARLIĞI UZUN SÜRE AYASOFYA 'NIN GÖLGESİNDE KALIR. Aydınlanma çağı gezginleri "gotik" diye nitelendirdikleri İustinianos 'un bazilikası konusunda pek övücü yargılarda bulunmasalar da Osmanlı başkentindeki yapıların bu tapınağın sönük kopyalarından öteye geçemediğini söylemekten geri durmaz. 19. yüzyılda uzun zaman, büyük imparatorluk camilerinin pek çoğunun Bizans kiliseleri üzerinde ufak tefek düzenlemeler yapılması sonucunda ortaya çıktığına inanılır. Osmanlı mimarlığının saygın yerini kazanması için 20. yüzyıla gelinmesi ve Mimar Sinan 'ın yapıtlarının keşfedilmesi gerekmiştir.
1. 000 yılı aşkın bir süreye yayılan Bizans İmparatorluğu tarihinde Ayasofya, gerek tasarımı, gerek biçimi ve boyutları açısından benzeri görülmemiş bir anıttır. 537 yılında tamamlanan kilise, imparatorun Hıristiyanların tek tanrısı adına Roma İmparatorluğunu yeniden birleştirerek kurmayı düşlediği evrensel imparatorluk düşüncesinin somutlaşmasıydı. Bu kilise gerek kubbe çapı gerek yüksekliğiyle evrenin küçük bir örneği olarak tasarlanmıştı. Gerçekten de yapının özü, sonu gelmez kıskançlıkların da kaynağında yatan ve gök kubbeyi temsil eden kubbesiydi.
Konstantinopolis 'in fethinden sonra iki olay yaşanır: Ayasofya vakit kaybetmeksizin camiye dönüştürülür. Tarihçilere bakılırsa kentin fethedildiği 29 Mayıs 1453 salı günü haftasının cuma namazı burada kılınır. İkincisi ise, II. Mehmed 'in 1463 'te Fatih camisi adıyla anılacak bir imparatorluk camisinin inşaatını başlatmasıdır.
Başkentin eski Bizans kentine taşınması kararı ve böylece Bizans 'ın imparatorluk tasarılarının Osmanlılarca devralınması süreci, işte bu olaylar arasındaki 10 yıl süresince olgunlaşır. Ayasofya 'nın camiye dönüştürülmesi, İslam 'ın fetih yürüyüşüne 850 yıldır karşı koyan "kâfir" imparatorluğun yıkılması anlamına geldiği için, fethin vazgeçilmez tamamlayıcısıdır. Öte yandan, fetih döneminde kaleme alınmış Miraç hikâyeleri Ayasofya 'yı Hz. Muhammed 'in cennete yaptığı gece yolculuğunda gördüğü, tanrının da sadık kullarına vaat ettiği, o güne kadar Süleyman tapınağı olduğu varsayılan Mescidi Aksa biçiminde sunduğu için, gerçek dinin eline geçmeye yazgılı tanrısal bir yaratı da söz konusudur. Buna karşılık Fatih camisi, olsun, kendinden dokuz asır önce İustinianos 'un mimarlarının ulaştığı başarıyı yinelemesine olanak verecek ne bilgiye ne de araçlara sahiptir. Girişimin sonunda elde edilense, zamana bile karşı koyamayan, oturaksız bir yapı olur. Hüsrana uğrayan padişah da hırsını mimarın kellesini vurdurarak çıkarır. Peş peşe depremlerden zarar gören Fatih camisi en son 1766 depreminde yerle bir olur, kısa süre sonra da yine aynı ölçülerde ama bu kez değişik bir planla yeniden yapılır.
Ne var ki daha işin başıdır bu yaşananlar: II. Mehmed 'in ardılları dünyanın en büyük imparatorluğunu tesis etmeye çalışırken, dünyanın en büyük tapmağını da yaptırmaya çalışacaktır.
II. Murad, 14381447 yıllarında Edirne 'de, sonraları "Üç Şerefeli" adıyla anılacak camiyi yaptırarak imparatorluk camisine giden yolda önemli bir adım atar. Bu camiye adım atan kişi kubbenin anıtsallığı karşısında öylesine hayran kalır ki, tüm varlığının bu kubbe karşısında hiçe indirgediğini hisseder. İmparatorun özünü tanrıdan alan, eşi benzeri olmayan iradesi karşısında yıkılır gider.
II. Mehmed 'den hemen sonra tahta geçen hükümdarlar çok daha temkinli davranırlar. Fatih 'in fazlasıyla pagan olarak addedilen imparatorluk kurma eğilimlerine karşı dinsel nitelikli tepkiyle karşılaşınca, mimari bu tepkinin etkisinde kalır ve büyük kubbe yarışı duraklar.
BÜYÜK CAMİNİN YAPILMA
koşulları Sultan Süleyman döneminin ilk yarısında olgunlaşmaya başlar. Bu gelişmelerin en önemlisi, bir mimarbaşı yönetiminde çalışan hassa mimarları ocağının kurulmasıdır. Şehremininin emrinde, yapı alanlarında hizmet veren tüm loncaların bağlı olduğu ve 16. yüzyılda en çok 20 kadar mimardan oluşan bir mimar ocağını yöneten mimarbaşı vardı. Mimarbaşı ve yanında çalışanlar, yapıların yüksekliği, malzeme seçimi, belli yapı biçimlerinin yasaklanması padişah tarafından saptanmış mimarlık ve şehircilik kurallarının uygulanmasıyla da uğraşırlardı. Mimarbaşı yapılarda kullanılacak malzemenin niteliklerini (kiremit ölçüleri, ahşap türü vb. ) tespit edip denetlediği gibi, malzeme fiyatlarıyla lonca üyelerinin ücretlerini de belirlerdi.
Kuruluşun başına 1537 'de olağanüstü bir mimar geçer. 50 yıl boyunca yöneteceği, o zamanlar yeni yeni yerleşmekte olan bu müessesenin aksaklıklarının giderilmesine ve tam anlamıyla işlerlik kazanmasına büyük katkısı olduğu kesindir. 1588 'de 100 yaşma yakın ölene dek imparatorluğun her yanında onun yönetiminde 107 cami, 52 mescit, 45 türbe, 74 medrese, 11 okul, 7 zaviye, 3 hastane, 22 imaret, 31 kervansaray, 43 saray, 8 ambar, 56 hamam, 9 köprü ve 7 sukemeri yapılır. Her ne kadar, tüm bunları birer birer tasarlamış, hatta denetlemiş olması madden olanaksız olsa da, onun sorumluluğu altında yapıldığı gerçektir.
Bu kişi Sinan 'dı, tam adıyla söylemek gerekirse Sinaneddin Yusuf. Kapadokyada, Kayseri yakınlarında, Agrianos (bugün Ağırnas) köyünde Hıristiyan olarak dünyaya gelmiştir. I. Selim zamanında devşirilip yeniçeriler ocağına alınır. Ocak içinde hızla yükselerek seferler sırasında inşa ettiği köprüler ve çeşitli askerî yapılar sayesinde sivrilir, 40 yaşından sonra da boşalan mimarbaşçılık görevine getirilir.
Anıtsal Osmanlı mimarisinin serpilmesini sağlayan başlıca koşul da budur zaten: İnsanların, uygulamaların ve kültürlerin harmanlanması. Osmanlı yönetiminin örgütleme yetisi sayesinde gerçekleşen bu koşul, kusursuz örneğini Roma İmparatorluğunun verdiği bir imparatorluk dehasının özelliğidir.
Mimarbaşı unvanını alan ilk kişi, I. Selim 'in Tebriz 'i işgali sırasında tutsak düşen Acem Ali lakaplı Ali bin Abdülkerim 'dir. 1526 tarihli, ocak bünyesindeki mimarların dökümü yapılan ilk belgede adları geçen 18 mimar Müslüman 'dır. Kendi adını taşıyan camiye kentin çeşitli semtlerinden 25 ev, 60 dükkân, 50 oda ile bir hamam bağışladığına göre müthiş bir servete sahip olan Acem Ali 1537 "de ölür.
YERİNİ SİNAN ALIR. Bu arada mimarbaşılık görevinin saygınlığı artmış, mimarbaşı artık imparatorluğun gücünün ve şanının taşa kazınması olarak kabul edilen, geniş kapsamlı ve gözü pek bir inşaat programına girişmek için neredeyse sınırsız olanaklara sahip bulunmaktadır. Üstlendiği görevin bilincinde olan Sinan, yaşamının sonlarına doğru yazdırdığı yaşamöyküsünde şöyle diyecektir: "Kulunuz Kayserili Sinan 'ın her bir binanın tamamlanması için nasıl çalışıp çabaladığından kuşku duymamak gerektiği gibi, bu yapıların her birinin önce Allah 'ın inayeti sonra da devletin yüce himmeti sayesinde tüm Osmanlı sınırları içinde dünyanın tümünü görebilecek kadar yüksek olmasının da yüreğimizde tertemiz bir niyet barındırmamızdan kaynaklandığından kuşku duymamak gerekir. "Kanuni Sultan Süleyman padişahlık tahtına oturduğunda, atalarından II. Mehmed 'in sırasıyla 1456 ve 1480 yıllarında alamadığı Belgrat 'ı 1521 'de, Rodos 'u da 1522 'de fethederek amacını belli eder. Macar soylularının birkaç saat içerisinde yerle bir olduğu 1526 Mohaç zaferi, 1529 Viyana kuşatması, 1535 'te Bağdat 'ın, 1537 'de Aden 'in alınması, ertesi yıl Venedik donanmasının Preveze 'de bozguna uğratılması sayesinde dünyaya hâkim olma iddiasında bir imparatorluk çıkar ortaya. İşte bu imparatorluk yapılarla da somutlaşmak isteyecektir. İlk örnek Şehzade camisidir. Cami, kendinden önceki planlara yenilik getirmek isteyen Sinan 'ın ilk büyük ölçekli yapıtıdır. O zamana kadar bilinen en büyük kubbeye meydan okuma isteğinden kendini kurtarmış gibi görünen bu son derece özgün mimarlık yapıtının kubbesi, benimsenen statik çözüm çok daha fazlasına olanak tanıdığı hâlde, aşırılığa kaçmayarak yüksekliği 36, çapı 19 metreyle sınırlı tutulmuştur. Temkinli olmak mı istendi, yoksa yarışmaya değmez mi dendi? Her ikisi de doğru belki de.
Süleymaniye 'nin ilk taşı, müneccimlerin uğurlu bir gün saptamasından sonra, padişahın da hazır bulunduğu bir törenle 13 Haziran 1550 'de konur. Öte yandan inşaat alanının Halice tepeden bakan eğimli bir arazi olması nedeniyle, hatırı sayılır ölçüde tesviye yapmak gerektiğinden, kazılar yaklaşık iki yıl önce başlamış olmalı. Sultan Süleyman, 29 Mart 1548 ile 21 Aralık 1549 arasında başkentte bulunmuyordu. Dolayısıyla Sinan 'ın sunduğu planlara, hatta makete ) bakılarak böyle bir cami yaptırma kararının 1548 baharından önce verilmiş olması gerekir.
Süleymaniye kentin büyük ulaşım eksenlerinin dışında kalmasına rağmen, Galata 'daki Frenk mahallesine ve limana egemen olmak gibi bir ayrıcalığa sahipti. Avrupa 'nın önde gelen güçlerinin Galata 'daki elçiliklerine de imparatorluğun Osmanlı ile sürdüğü daha iyi nasıl anlatılabilirdi?
İlgili padişah fermanının İstanbul kadısına gönderilmesinden sonra, Sinan külliyeden sorumlu bina emini ile birlikte istibdal edilecek binaların ölçümünü yapmak, değerlerini belirlemek ve öncelik aynı mahalleye verilmek üzere, bu yapılara eşdeğer yapılar bulmak amacıyla adı geçen semtlere gider. Bunun üzerine, Kâtip Şemseddinin vakfına ait olup imam konutu olarak ayrılmış olan bir eve karşılık onunla eşdeğer, gene aynı mahallede yer alan bir ev için 26. 000 akçeye pazarlık edilirse de, aynı vakıfta müezzinin oturduğu ikinci evle eşdeğer bir konut mahallede bulunamaz, müezzin de başka bir mahalleye taşınmaya razı edilemez.
Mehmed Paşa Vakfına ait, Kasım adında birinin oturduğu ev için de kamulaştırılması gereken ve yeniçeri ağasının hayvanları yemlemek için ot depoladığı yapı için de başka yer bulunamaz. Bunlar, fetihten 100 yıl sonra artık oluştuğu görülen kent dokusunda büyük çaplı inşaat işlerine girişmenin nasıl güçlükler doğurduğunu göstermekle kalmayıp, her şeye kadir padişahın bile dinsel vakıfların yönetmeliklerine uyması gerektiğini belgeler nitelikte.
SÜLEYMANİYE KÜLLİYESİNİN
önemi, mimari nitelikleri ve simgesel değeri ile sınırlı değil. Günümüze, 9 Aralık 1553 ile 26 Mayıs 1559 tarihleri arasında şantiyenin nasıl ilerlediğini günü gününe izlememize olanak veren belgeler kalmıştır. Yapının mimarı ile aynı adı taşıyan Sinan Bey 'in bina eminliği yaptığı döneme ilişkin 165 muhasebe defteri, 72 numaralı defter haricinde elimizde bulunuyor.
Kronolojik sıra izleyen defterlerin her biri genellikle şantiyenin bir haftasını kapsar. Her defterin ilk bölümünde söz konusu dönemde çalışan takımlar yer alır. Sıralama işin tasviriyle başlar, sonra da çalışan her kişinin eşkâli ve yaptığı iş belirtilir. Örneğin, Topkapı Sarayı Müzesi arşivlerinde yer alan ve 922 Aralık 1553 tarihlerini kapsayan ilk defterin ilk sayfası şöyle başlar: "Camii şerifin kapısını, avlu ve camii şerif dış kemerlerinin yontulması ve mermer sütunların perdahlanması işi için taşçılara verilen ücret. Yevmiye olarak. "
Muhasebe defterleri kapsamına giren dönemde toplam 2. 678. 189 işgünü görülmektedir. Bu sayı (cumalar, bayramlar ve hava yüzünden işbaşı yapılamayan günler düşüldükten sonra) 1. 600 gün süren şantiye süresine bölündüğünde, günde ortalama 1. 674 kişinin çalıştığı ortaya çıkar; bu sayının 1. 500 kadarı doğrudan doğruya şantiyede, geri kalanlarsa kent yakınlarındaki taş ocaklarında ya da atölyelerde çalışmaktaydı. Bu ortalama soğuk kış günlerinde birkaç yüz kişiye düşüyorduysa da yazları 2. 500 'ü aşmış, 18 Temmuz 1555 günü doruğa ulaşarak tam 3. 038 kişiye varmıştır.
Büyük bölümü uzmanlaşmış işçilerden oluşan böylesine önemli bir işgücünün toplanması ancak iki önlem sayesinde mümkündü. İlki zorunlu çalışma, ikincisi ise inşaat kolunda çalışan meslek erbabının mimarbaşına bağlı idareye kaydedilmesiydi. Rumeli ve Anadolu 'daki tüm kadılara, ilk taşın konulmasından üç ay önce gönderilen bir fermanla, mimarbaşının oluşturduğu bir duvarcı ve dülger listesinin yakında güvenilir kişiler tarafından kendilerine ulaştırılacağı, bu işgücünü teslim etmeleri gerektiği, yoksa güç kullanmaktan çekinilmeyeceği bildirilmişti. Çeşitli meslek erbabının imparatorluk yönetimi altında toplanması, Bizans İmparatorluğunun erken döneminde de başvurulan bir uygulamaydı.
VERİLEN ÜCRETLER, GÜNDE
1 ila 12 akçe arasında değişir. Bununla birlikte, ödenen ortalama ücret 8 akçenin üstündedir, hatta toplam işgünlerinin yaklaşık üçte ikisini oluşturan taşçı, dülger ve duvarcı gibi temel sınıflar için günde 9 akçenin bile üstüne çıkar. Altına çevirirsek; o dönemde 60 akçe 1 flori ettiğine göre, bir işçi haftada ortalama 3,57 gram altın kazanmaktaydı. Alım gücü açısından bakarsak, bir akçe ile 1 kg buğday unu, 2,5 kg ekmek, 1 kg koyun eti, 10 yumurta, yarım kilo peynir ya da 2 kg süt almıyordu. Aynı yıllarda bir çift ayakkabı 15 akçeye, bir kaftan 20 ila 50 akçeye, bir at ise 400 akçeye satılmaktaydı.
Muhasebe defterinin kapsadığı dönemde inşaatta çalışmış başlıca sekiz zanaat erbabından olan 3. 523 ustanın yüzde 5l 'i Hıristiyan, yüzde 49 'u Müslüman 'dır. Tek tek sanat kollarında dengesizlikler görülür. Örneğin, duvarcıların yüzde 83 'ü Hıristiyan ustalardan, taşçılarınsa yüzde 89 'u Müslümanlardan oluşmaktaydı. Uzmanlaşma gerektiren daha küçük sanat kollarında, nakkaşlar, camcılar ve kurşuncular arasında sözgelimi Müslümanlar çoğunluktayken (yüzde 90), Hıristiyanlar demircilerin üçte ikisini kapsıyordu. Ustaların memleketlerine bakıldığında 1. 018 'i İstanbul 'dan, 49l 'i imparatorluğun Avrupa eyaletlerinden, 494 'ü Anadolu eyaletlerinden gelmektedir. İnşaatta çalışan gayrimüslim ustaların çoğu Rum 'du. Temel zanaat kolları olan duvarcılık ve taşçılık dallarında 1. 326 kişi ile Rumlar Müslümanları geride bırakmaktaydı. Listelerde yer alan öteki Hıristiyan 61 usta ise Ermeniydi.
SÜLEYMANİYE CAMİ ve imareti inşaatı 53. 782. 980 akçeye, yani 3. 200 kg altına mal olur. Bu toplam, bilindiği kadarıyla o döneme en yakın olan 15271528 yılı bütçesine göre, Osmanlı İmparatorluğunun gelirlerinin onda birine denk düşmekte ve inşaatın 10 yıl sürdüğü hesaba katılırsa, bütçe payının yüzde birine karşılık gelir. Tutarın yüzde 98 'i padişahın kendi hazinesinden, ayda yaklaşık 500. 000 akçelik ödemeler biçiminde sağlanır. Yapılan harcamalara bakılırsa, dört ana malzeme kalemi taş, maden, tuğla ve ahşaptı. Bu dört kalemin masrafı toplamın onda dokuzunu oluşturur.
Üçte ikisinde kum olmak üzere, inşaat malzemelerinin deniz yoluyla İstanbul 'a taşınması için 1. 500 sefer yapılır. Haliç 'in kuzey kıyısındaki Hasköy 'den tuğla ve kiremit, Karadeniz kıyısındaki iskelelerden kereste alınır.
Eski mermer ve değerli taşların elde edildiği kaynaklar arasında en başta geleni İstanbul 'dur. Eski çağlara ait mermerlerin İstanbul 'da bolca bulunması bir yana, başkentteki yetkililer Atmeydanı (anıtın kalan son sütunları da caminin avlusunda kullanılır) gibi eski anıtlar kadar, Mahmud Paşa camisini de (mermer yer döşemesi alınıp yerine adi kaldırım taşı konulur) talan etmekte tereddüt etmez. 1 Ocak 1553 'te İznik kadısına gönderilen fermandan öğrendiğimize göre, İznik 'te 1378 'de inşa edilen ve günümüzde Yeşil Cami adıyla bilinen Hayreddin Paşa Mescidindeki "güneş biçimli" porfir yer döşemesinin Süleymaniye 'de kullanılmak üzere alınıp yerine adi mermerden döşeme konulması emri verilir.
Arayışlar pencereli perde duvarları ve bu duvarları taşıyan kemerlerin bastığı, ana sahın çevresindeki dört sütunda doruk noktasına varır. Bu kemerler dört büyük ayağa dayandığı için, bu sütunlar caminin temel yapısı açısından yaşamsal önemde olmasa da, orta kanatlarla yan kanatlar arasındaki ayrımı vurguladıklarından en göze çarpan öge konumundadırlar. Süleymaniye 'de yer alan dört granit sütununun yüksekliği 9 metre, çapı 1,14 metredir. Her birinin ağırlığının 28 ton olması gerekir.
Caminin yapımında en sık kullanılan maden demir ve kurşundur. Demir pencere parmaklıklarında ve taşları içeriden birbirine bağlayan kenet ve zıvana yapımında gerekir; bu kenetleme işlemi sayesinde, kusursuz biçimde kesilmiş taşlar birbiri üstüne yığılır ve harç izi olmaksızın pürüzsüz bir yüzey elde edilirdi. Demir zıvanaları taşa geçirildikten sonra diplerine kurşun akıtılır ve sağlamlaştırılırdı. Kurşunun kullanıldığı ikinci yer, kubbelerin tümünün örtülmesindeydi. 1552 yılı boyunca toplam ağırlığı 56 tondan fazla olan 44. 085 adet kenet ile 28 ton ham demir ve ağırlığı belirtilmemiş olan 4. 589 adet levha hâlinde kurşun kullanılmıştır.
Kullanılan demirin neredeyse tamamı Bulgaristan 'dan, Sofya 'nın güneyindeki Samakov madenlerinden getirilmekteydi. Samakov ile İstanbul arasındaki 500 km 'lik yol 46 günde katlediliyordu, öküzlerin çektiği ve 800 ila 1. 100 kg yük taşıyan arabalar günde ancak 11 kilometre yol alırdı. Arabacılara ödenen taşıma ücreti, ürün maliyetinin yüzde 16 ila 18 'ine denk düşmekteydi. Daha ustalık isteyen demir malzeme ise, aralarında Yahudilerin de bulunduğu İstanbul 'daki demirciler ile müteahhitlerden alınmıştı.
Muhasebe defterlerinde şantiye için 2. 215. 141 adet tuğla üretildiği belirtilir. En iyi tuğla ocakları Gelibolu 'da olduğu için, oranın kadısına, Gelibolu Eski Mahallede oturmakta olan Yorgi, Istemad ve Lambrinos adlı ustaları İstanbul 'a göndermesi buyrulur. Ocak Hasköy 'de kurulur.
Süleymaniye 'nin muhasebe defterlerinde, adi kerestenin yanı sıra ceviz tahtası ya da cümle kapısında kullanılan abanoz ağacından da (kilosu 43 akçeden 245,8 kg) söz edilmektedir. Defterlerde daha değerli ya da ender bulunan birçok malzemeden de bahsedilir. Alçı pencerelerinin camları örneğin, büyük olasılıkla Venedik 'ten ithal ediliyordu. Camların beyaz olanının okkası (1 okka = 1,282 kg) 10 akçe, yeşil, mavi ve yakut renklisinin okkası 25, kırmızının bir tonu olan zincifrenin okkası ise 50 akçeydi.
BÜYÜKKUBBENİN YAPIMIYLA
ilgili çok az bilgiye sahibiz. Akustiği geliştirmek amacıyla kubbeye 255 testi yerleştirilir. Kubbenin kurşun kaplama işi Haziran 1557 'ye kadar sürer. Eylülde büyük kubbeyi süsleyecek alem için tunç ustası Mehmed Beye 20. 000 akçe ödenir. 31 Aralık 1556 'da büyük minareler tamamlanır. Bu tarih caminin kaba inşaatının bitişi kabul edilebilir.
Mart 1557 'de külhanın ilk yakılışı nedeniyle iki koyun kurban edilir, bahar aylarında bezeme işleri başlar. Artık her inşaatta olduğu gibi burada da, geriye en çok el oyalayan çeşitli işlerin tamamlanmasından ve açılış gününü saptamaktan başka bir şey kalmamıştır.
"Sonunda, caminin güzel kubbesi kapatıldı ve diğer köşelerinin inşaatı da tamamlandı" der Sinan:"Bu değersiz kul için binayı ayağa dikemez, yetersiz kaldığı meydanda dediler. Başka ahmaklar ise,Bu kubbe durmaz, adam kubbeye hayran kalmış, gününü çevresinde dolaşmakla geçiriyor. Beceriksiz kalmış, hayranlık nedeniyle çıldırmıştır dediler. Bu değersiz kul da olup bitenden habersiz, mermerciler işliğinin olduğu yerde, mihrabın ve minberin hazırlanması ile uğraşırken, saadetli padişah geldi. Büyük bir eda ile inşaatın durumunu sordu: Neden benim
camimle ilgilenmeyip böylesi önemsiz şeylerle zamanını geçirirsin? Atam Sultan Mehmed Hanın mimarı sana örnek olarak yetmez mi? dedi. Bu bina ne kadar zaman da tamam olur, tez haber ver. Yoksa sen bilirsin! dedi. Ne var ki, cihan
padişahındaki kızgınlığın şiddet ve hiddetini görünce, bu güçsüz karınca suskun ve dilsiz oldu. Sonunda, yüzüne bakmadan, dilime şu sözler geldi: Saadetli padişahımın devletinin gücüyle, iki ayda inşallah tamam olur. Merhum, hazır olan ağaları şahit tutup; Mimar, hele iki aya hazır olmasın, seninle görüşürüz! diyerek saraya doğru yola koyuldular. Saraya vardıklarında Hazinedar başı ve diğer ağalara buyurdular ki: Mimarın deliliği açığa çıktı. Herif başının korkusundan aklını oynattı. Çağırıp siz de sorun, görün ne cevap verir. Eğer sözlerini karıştırırsa binanın durumu müşkül olur. Ben değersiz kula gelip seni davet ederler dediklerinde çarçabuk saraya vardım. Ağalar; Bina ne zaman tamam olur diye sorunca, İnşallah iki ayda tamam edip, tarihe bir ad koyam dedim. Bu çeşit cevaplar verince ağalar padişaha arz edip derler ki: Saadetli padişahım, herif gayrete gelmiş. İnşallah aklı başındadır. Kendisinde bu ihtimam ve gayret varken, pek yakında caminizde namaz kılmak nasip olur. Böylece ne kadar yapı ustası, işsiz taş yontucusu ve halktan başıboş kimseler varsa, hepsini sıkı düzene koydum. Becerikli adamlar tayin ederek, götürüye uygun olan işleri bölüm bölüm dağıttım. Ustalara götürü verilen işleri denetlemek için becerikli ve işbilir kişiler tayin ettim. Gece ve gündüz bir an durmadan işleri denetleyerek dolanıp durdum. "
İnşaatın son aşamalarının işte böylesi gergin bir ortamda gerçekleştiği görülür. Çalışmalar hızlanır. 2529 eylül haftasında muhasebe defterlerinde ilk kez fazla mesai olarak ödenen gece mesaisi kaydına rastlanır. Kurban bayramında bile, görülmemiş bir uygulama, iki gün çalışılmıştır. 15 Ekim 1557 'de Süleymaniye görkemli biçimde açılır. Töreni Sinan şöyle anlatır: "İki ay dolunca hiçbir köşesinde eksiklik kalmayıp, cami tamamlandı ve kapısı kapanır hâle geldi. Bir sabah güneşin doğuşu gibi cihan padişahı çıkageldi, dua ederek caminin anahtarını mübarek ellerine verdim. " Ancak padişah, "Gel azizim, bina eylediğin Allah 'ın evini, gönül temizliği ve dua ile öncelikle senin açman gerekir" sözleriyle anahtarı yine bu kula verir.
DEFTER KAYITLARI bu olaydan hiç bahsetmez, Nisan 1559 'da tamamlanan inşaatın kusursuz dökümünü vermeyi sürdürür. Defterdeki son yapı, Sultan Süleyman 'ın Nisan 1558 'de ölen zevcesi Hürrem Sultan 'ın türbesidir.
Ayasofya 'nın planını devralan Süleymaniye camisi, daha önceki girişimleri aşmış ve genelde Osmanlı mimarlığının, özelde ise Sinan 'ın katkılarıyla zenginleşmiş de olsa, Ayasofya 'nın berisinde kalır. Süleymaniye 'nin 26,5 metre çaplı kubbesinin yerden yüksekliği 49,5 metredir. Bu bilgi bile kökeni eskilere uzanan, efsanelerle desteklenen en büyük tapınak tartışmasını alevlendirmeye yeter. Örneğin, 1562 'de kaleme aldığı Konstantiniyye Tarihi adlı yapıtında, İustinianos 'un ne denli önemle bir yere sahip olduğunu göklere çıkartarak Ayasofya 'nın inşaatını anlatan İlyas Efendi, Süleymaniye için şöyle yazar: "Süleymaniye denilen, bilim ve akıl ustalarının onuru, erdemli kişilerin gururu, Müslümanların kutsal yerlerinin dördüncüsü, açan taze çiçeğin ferahlığı, eski sultanların ve geçmişte kalan padişahlara nispet olsun diye en erdemli ve saygılı biçimde gerçekleştirilen yapı; öyle ki Kahire, İskenderiye ve onun dışında başka bir şey yok derler. Eşi görülmedik dört minaresiyle dikilen bu benzersiz cami, sunduğu olağanüstü düzenleniş ve üslubuyla hiçbir padişaha kısmet olmamıştır, belki de bugüne dek kimsenin ulaşamadığı bir yapıdır… Kullanılan porfir sütunların her biri bir padişahın malıydı, birkaçı Hz. Süleyman peygamberin tahtından, birkaçı ise Büyük İskender 'in tahtından gelme idi. "
Tumturaklı sözlere karşın açık bir metin. O zamana dek dünyada kurulu yapıların tümünden üstün olan Süleymaniye 'nin, Mekke 'deki Kabe, Hz. Muhammed 'in Medine 'deki camisi ve Kudüs 'teki Mescidi Aksa 'dan sonra Müslümanların dördüncü kutsal yeri olacağı kesindir. Yukarıdaki metinde İskender ve Süleyman 'ın tahtlarına gönderme yapılması Baalbek ve İskenderiye 'den getirilen sütunları hatırlatır. Zira İslam geleneğine göre Baalbek 'teki tapınak Hz. Süleyman tarafından Saba Melikesi için yapılmıştı.
Ancak Sinan son bir hamle daha yapar. Sultan Süleyman 'ın ölümünden sonra yerine geçen oğlu II. Selim 'i, Ayasofya 'yı aşmak amacını açıkça ortaya koyarak ikna eder. Ama ihtiyatı elden bırakmayarak, camiyi İstanbul 'da değil Edirne 'de inşa eder. Sinan kendi kaleme aldığı yaşamöyküsünü şöyle bitirir: "Bütün dünya halkı, Ayasofya kubbesi gibi bir kubbe İslam devletinde bina olunmamıştır. Müslümanlara üstünlüğümüz vardır. Benzerini yapmak mümkün olsa idi yaparlardı diyordu. Kâfirlerin bu sözleri içimde ukde olup kalmış idi. Adı geçen cami inşasında, gayret gösterip, Allah 'ın yardımı ve Sultan Selim Han devletinin gösterdiği güçle, bu yüce kubbenin yüksekliğini Ayasofya kubbesinden altı zira ve çemberini dört zira ziyade eyledim. "
KOCA SİNAN GERÇEKLERİ biraz çarpılmıştır. Ayasofya 'nın hafifçe oval olan kubbe çapı 30,9 ila 31,8 metre arasında değişmektedir. Selimiye 'nin kubbe çapı ise 31,22 metredir. Buraya kadar dedikleri doğru, ama iş kubbelerin yerden yüksekliğine geldiğinde ortaya bir sorun çıkar. Sinan kubbenin tabanı ile tepe noktası arasındaki ölçüye dayanarak üç metre daha "derin" bir kubbe yaptığını ileri sürer. Ama onun da gayet iyi bildiği gibi, kubbe ne denli alçaksa kubbeyi yapmak ve ayakta tutmak o denli güçtür. Oysa, yaşananlar Ayasofya 'nın ilk kubbesinin daha yüksek olduğu için çöktüğünü ileri süren Bizans ve Türk kaynaklı efsaneleri yalanlar gibidir, çünkü Ayasofya 'nın bugünkü kubbesi yapımından birkaç yıl sonra çöken ilk kubbeden yüksektir.
Böyle yanlış bir karşılaştırmaya girişen Sinan 'ın amacı Selimiye 'de 42,25 metre, Ayasofyada 55,6 metre, Süleymaniye 'de ise 49,5 metre olan yerden kilit taşına kadar toplam yükseklik sorununu göz ardı etmektir.
İşin tuhafı, adını verdiği camide Ayasofya 'nın kubbesine eş bir kubbe yaptıran II. Selim, anıtsal camiler yaptıran Osmanlı padişahları arasında, adına yaptırdığı caminin yakınında bir türbede yatmayan tek hükümdardır. Öte yandan, kazandığı zafer sayesinde buna hak kazanmışçasına, türbesini Ayasofya yakınına yaptıran ilk padişah da o olur. Sinan da, Ayasofya 'yı aşmasını sağlayan,övündüğü Selimiye 'de değil de Süleymaniye 'de gömülmeyi se
çer. Böylece külliyenin son yapısını, caminin alt tarafında, yokuş üstündeki iki medrese dizisinin uzantısında yer alan Sinan 'ın tür besi oluşturur.
Sinan 'ın Diğer eserleri:
SİNAN 'IN 16. YÜZYILIN BAŞINDA İNŞA ETMEYE BAŞLADIĞI ESERLER NEREDEY SE BEŞ ASIRDIR ZAMANA MEYDAN OKUYOR. Sahip oldukları birikimle İstanbul 'un betonlaşmış tarihsel ve kentsel dokusu içinde kültür vahaları gibi beliriyor bu yapıtlar. Birbirini takip eden yüzyılların, artık silikleşmiş ve çokça çarpıtılmış mimarlık ve sosyopolitik değerlerini, Sinan 'ın mimarlık mirası üzerinden okumak mümkün. Sonuçta, Sinan 'ın eserlerinin kendi inşa serüvenleri ile başlayıp bugüne ulaşan yaşamları, birer kent ve toplum öyküsü olarak ortaya çıkıyor.
Mimar Sinan 'ın anıtsal yapılarının vücut bulduğu 16. yüzyıl, İstanbul 'da hummalı inşa faaliyetlerinin ara vermeden sürüp gittiği ve bugün Osmanlının altın çağı olarak adlandırılan bir dönem. Sinan alanında önde gelen araştırmacılar arasındaki Gülru Necipoğlu 'nun dönemin mimarlık kültürünü incelediği kitabı (The Age of Sinan Architectural Culture in the Ottoman Empire), Sinan ve banilerin arasındaki ilişkilere dair farklı bir bakış açısı öneriyor.
16. yüzyıldaki yoğun inşa faaliyetinin arkasındaki baniler, farklı konumları ve kişilikleriyle, Sinan 'ın eserlerinin öykülerinin de miladı oluyorlar. Sinan 'ın eserlerinin pek çoğunu ısmarlayan Osmanlı yönetici sınıfı farklı geçmişlere sahip. Aralarında, sarayda doğup büyüyen soyluları da bulmak mümkün, topraksız bir köylünün çocuğu iken devşirilip enderunluktan yetişen sadrazamları ya da okuma yazma bilmeden korsanlıktan kaptanı deryalığa yükselen devşirmeleri de. Birbirlerine akrabalık, çıkar ve evlilikle bağlı böylesi renkli bir saray çevresinin kişisel ilişkileri de başlı başına bir merak konusu.
Sinan 'ın yapı patronları arasından üçü kişi ön plana çıkıyor: Mihrimah Sultan, Rüstem Paşa ve Kılıç Ali Paşa.
Mihrimah Sultan, Hürrem Sultanın ve Sultan Süleyman 'ın ilk ve biricik kızı olarak dünyaya geldi. Vakfiyesindeki "Fatma gibi masum, Hatice gibi iffetli, Ayşe gibi akıllı" övgülerinin yanında, entrika konusunda isim yapacak kadar hünerli olduğu da hatırlanmalı. Osmanlı sarayında kadınların güçlerini hissettirmeye başladığı bir dönemde, annesi Hürrem Sultan ile birlikte saray entrikalarının odağında yer aldı. Konumu ve ilişkileri sayesinde başka hiçbir Osmanlı sultan kızının ulaşamadığı zenginliğe, etkiye ve ayrıcalıklara sahip oldu. Mihrimah Sultan çalkantılı yaşamına İstanbul 'dan Mekke 'ye kadar pek çok hayır yapısı ile birlikte iki de büyük cuma camisi sığdırdı. Yaptırdığı camilerin İstanbul 'daki özel konumları, Mihrimah 'ın saraydaki gücünün nişanesidir âdeta.
CAMİLERDEN İLKİ ÜSKÜDAR 'DA; İstanbul 'un Anadolu yakasında hac yolunun, diğeri Edirnekapı 'da; Avrupa 'ya giden Sultan Yolunun İstanbul 'da başlangıcında yükseliyor. Üsküdar 'daki cami, selâtin camilerine özgü biçimde çift minareye sahip olması ve büyüklüğü nedeniyle bir sultan kızı için sıradışı. Yapı, açıkça Mihrimah 'ın o dönemki ayrıcalıklı konumuna delil teşkil ediyor. Sultanın resmî eşinden tek kızı ve sadrazam Rüstem Paşanın eşi olması da bunda etkili. Belki de yapının bu ayrıksılığı yüzünden, seyyahlar ve ziyaretçiler yapının banisinin kim olduğu konusunda kararsız kalınır. Sonraki dönemlerde hem saray hem de toplum güçlü hanım sultanlara ve sultan kızlarına alıştı ama Mihrimah Sultan için Sultan Süleyman 'ın yaptırdığı sanılan cami, bugün bile Mihrimah 'ın adı ile anılıyor.
Mihrimah Sultanın İstanbul 'da yaptırdığı ikinci cami de özel bir noktada, Sultan Yolunun üstünde, Suriçi denen bölgenin en yüksek tepesinde inşa edilmişti. 16. yüzyıl İstanbul 'unda sürmekte olan hummalı inşaat faaliyetlerinin sonucunda, Sur içi 'nde külliye inşaatları için mekân bulmak gittikçe zorlaşmıştı. Mihrimah 'ın Edirnekapı 'daki prestijli araziyi elde edebilmesi ise politik gücü ile mümkün oldu. Zira Hürrem ve Mihrimah ile Rüstem Paşa koalisyonu ile hem sadrazamlıktan hem de kellesinden olan Kara Ahmet Paşanın vakfı aynı noktada bir külliye yaptırtmak istiyordu.
Kara Ahmet Paşa vakfı, sultandan alman bir iznin ardından Edirnekapı 'da arazi satın almaya başlamıştı bile. Mihrimah Sultanın kethüdasının elindeki fermana karşılık, Kara Ahmet Paşa vakfı kethüdası da Şeyhülislam Ebussud 'dan aldığı fetvalarla o alana cami yaptırma hakkının kendilerine ait olduğunu savunmaktaydı. Bu fetvalar ve fermanlar mücadelesini sonuçlandırmak en sonunda Sultan Süleyman 'a düştü ve onun biricik kızından yana taraf almasıyla Mihrimah Sultanın vakfı inşaata başladı.
Ancak politik gücün de sınırları vardı kuşkusuz. İslam hukukunun vakıf mallarına getirdiği dokunulmazlık zırhı, istimlaki güçleştiriyordu. Nitekim külliyenin kuzey duvarındaki eğrilik, cami arazisinin istenildiği kadar geniş satın alınamadığını gösterir. Üstelik cami tamamlanmadan Sultan Süleyman 'ın vefat etmesi ve şehzadelerin taht kavgası sırasında Mihrimah 'ın müstakbel sultan II. Selim yerine onun kardeşini desteklemesi, Mihrimah 'ı yeni saltanat döneminde eski politik gücünden yoksun bırakır. Sultanın bu değişen statüsünü Edirnekapı 'daki camisinde sayısı bire düşen minareden de okumak mümkün. Artık Mihrimah 'ın yaptırdığı camiler selâtin camisi statüsünden uzaktı.
Tarih sadece Mihrimah Sultanın değil, Edirnekapı 'daki caminin de statüsünü dramatik biçimde değiştirdi. İnşa edildiğinde Avrupa içlerine ilerleyen Osmanlının Sultan Yolunu işaretleyen bu yapı, yüzyıllar sonra Osmanlının geri çekilişini de görecekti. 1912 'de Balkan savaşı hezimeti nedeniyle Balkanlardan gelen göçmenleri, İstanbul 'daki diğer pek çok geniş cami avlusu gibi Mihrimah 'ın avlusu da ağırladı.
FETİHLER İÇİN AVRUPA 'YA YÜRÜYEN Osmanlı ordusunun yerini, her şeyini geride bırakarak Anadolu 'ya sığınan kafileler almıştı. Bunun ne kadar dramatik bir görüntü olduğunu hayal edebilmek için Sinan 'ın Selimiyesinin de arkada düşmana bırakıldığını, aradan geçen yüzyılların ardından Osmanlı yeniçerisinin Ayasofya 'ya girdiği gibi Bulgar askerlerinin de Selimiye 'ye girdiğini hatırlamak gerek. Türkiye 'nin kurulma sürecindeki anlam ve önemi ile beraber, toplumun hâlâ bilinçaltında yer alan Balkan savaşı travması, Selimiye 'ye de "Gazi" titrini verdi.
Bugün de Selimiye hakkındaki pek çok menkıbe bu acı hatırayla ilgilidir: Düşman toplarını tutup geri sallayarak Selimiye 'yi koruyan evliyalar, Selimiye 'yi topa tuttuğu için felç olan Bulgar askerleri… Liste uzayıp gider.
Osmanlının iniş ve çıkışlarına tanıklık eden yapı, günümüzde daha çok Osmanlı tarihinin sakin sayfalarını hatırlıyor. Caminin restorasyonu geçen yıl içinde başlayana kadar medresesinde hizmet veren Geleneksel El Sanatları Merkezi, tezhip, hat, ebru gibi Osmanlı el sanatlarını yaşatmaya çalışıyordu. Mihrimah 'ın Edirnekapı 'ya cami yaptırmasının hırs dolu öyküsünün yerini ise romantik hikâyeler almış.
Mihrimah Sultan camisinin anıtsal, bir o kadar da zarif tek kubbesi kimilerince Sinan ve Mihrimah arasındaki platonik aşka yorumlanıyor.
Mihrimah Sultan, kocası Rüstem Paşanın vefatından sonra dul kalıp, Osmanlı İmparatorluğunun, hatta dünyanın en zengin kişilerinden biri olduktan sonra paşa adına da meşhur bir cami yaptırır. Rüstem Paşa da dönemin pek çok devlet adamı gibi devşirmeydi. 18. yüzyıla kadar sürdürülen bu gelenek başlı başına bir hikâye. Avrupalı seyyahların haklı bir şaşkınlıkla anlattıkları gibi, 16. yüzyılda Osmanlı divanı hiçbir şeyi olmayan köylü ailelerinin çocuklarıyla doluydu. Aileleri karınlarını ancak doyuran ailelerin çocukları Akdeniz 'in en güçlü imparatorluğunda sonu gelmez servetlere sahip oluyorlardı.
Rüstem Paşanın da Saraybosna yakınların bir köyde domuz çobanı olarak başlayan hayat hikâyesi bir "Osmanlı rüyası" gibi. Rüstem devlet katında hızla yükselirken, akılda kalanlar sofuluğu, talihi, cesareti ve cimriliği. Enderunda huzurda olduğu bir gün, Sultan Süleyman pencereden bir şey düşürünce diğer içoğlanları gibi aşağıya merdivenlerden inmek yerine, gözü kara biçimde pencereden atlayarak sultanın dikkatini çekmiş.
Talihi de öyle açık ki üstündeki bitler bile ikbaline hizmet etmiş. Mihrimah Sultan ile evlenmesi söz konusu olduğunda çıkan cüzzamlı olduğuna dair dedikodunun ardından gelen "bitli" olduğu haberi bitler cüzzamlıda bulunmaz sarayda bir müjde olmuş. Kehlii ikbal (İkbal Biti) adını alarak şereflenen bu bit için devrin şairleri Rüstem Paşaya ithaf edilen gazelde bir beyit yazıyor: "Olacak bir kişinin bahtı kavı, talihi yâr kehlesi dahi mahallinde anın işe yarar!"
Önlemeyen yükselişi sonunda ulaştığı ve 15 yıl sürdürdüğü sadrazamlık paşaya, seyyahlardan tarihçilere kadar herkesin diline dolanacak muazzam bir servet kazandırır. Bu destansı servetiyle giriştiği imar işleri sayesinde, Estergondan Medine 'ye Osmanlı coğrafyasının dört bir köşesinde adını taşıyan yapılar yükselir. En görkemli eseri Tahtakale 'de yaptırmak ise dul eşi Mihrimah 'a nasip olur. Hayatı para biriktirmek ve efsanevi bir cimrilikle geçen sadrazam için ticaretin kalbi Tahtakale 'de bir cami yaptırmak yerinde bir seçim elbette!
Ancak Tahtakale 'de inşaat alanı bulmak kolay olmaz ve Edirnekapı 'da olduğu gibi mücadele gerektirir. Bu bölgede çıkan bir yangından hemen sonra enkaz hâlindeki alanın bir kısmı satın alınır Aynı semtteki Bizans kilisesinden dönüştürülmüş Hacı Halil mescidi de cemaate yetmediği gerekçe gösterilerek Sinan tarafından başka bir semte taşınır. Tarihin ironisi, 16. yüzyılda yok edilmeden başka bir semte taşınarak korunan "kilise mescit", 20. yüzyılda yol yapımı için yıkıldı, ama yol da yapılmadı!
Rüstem Paşa adına inşa edilen cami, daha yapılır yapılmaz, haklı olarak bir maddi güç gösterisi diye yorumlanır. Caminin iç mekânının çinilerle kaplanması Rüstem Paşanın sonu gelmez servetinin, dul eşi tarafından bonkörce harcanmasıyla mümkün olur. Tahtakale 'nin hareketli ticaret yaşamının merkezindeki konumu ve göz alıcı çinileriyle, Rüstem Paşa cami sürekli olarak Osmanlı ihtişamının simgesi olur. Doğunun oryantalist tasvirinin ayrılmaz öğelerinden olan rengârenk ve parlak çiniler, yabancılar için burayı İstanbul 'un en egzotik ziyaret mekânlarından biri hâline getirir.
Cami 19. yüzyılda Osmanlı seçkinlerinin de kendi tarihine oryantalist bakışı için bir dekor vazifesi görür. Türkiye 'de batılılaşmanın öncülerinden Osman Hamdi, oryantalist resmi içinde kendi özlemini duyduğu Doğuyu canlandırır. Kitap okurken resmettiği kişilik sahibi kadınlar, Batılı oryantalistlerin Doğu ile özdeşleştirdikleri silik, zevk objesi kadınlar ile tezat içindedir. Çinili cami duvarlarının sıkça göründüğü tablolarına, Rüstem Paşa camisi de konu olur. "Rüstem Paşa Camii Önünde" adlı tablosunda kendini caminin yan kapısı önünde Osmanlı ulemasının nizamî kıyafeti içinde, belinde Kuran ile resmeder. Aynı dönemlerde başka ressamlar da oryantalist olmasa da mistik yaklaşır Rüstem Paşaya. Şevket Dağ 'ın "Rüstem Paşa Camisi Son Cemaat Yeri" adlı tablosu çinileri üstlerine yansıyan ışık oyunlarıyla fotoğraf niteliğinde resmeder.
Caminin geçirdiği son restorasyonlarda hâkim olan anlayış, Türk milliyetçiliği için simge olmuş altın çağı geri getirmeye yönelik. Örneğin, caminin öyküsünün bir parçası sayılması gereken, 19. yüzyılda Osmanlı sanatında batılaşma sonucunda değişen zevkleri yansıtan barok kalemisleri "temizlendi". Bunların yerini ise daha çok restoratörün Osman Hamdi tablolarıyla yarışır fantezilerinin ürünü "özgün" desenler aldı. Rüstem Paşanın ailesi bu konuda bilhassa şanssız görünüyor. Kardeşi Sinan Paşanın camisi de geçen yıl gerçekleşen bir restorasyona kurban verildi. Şimdi içi daha çok Binbir Gece Masalları için hazırlanmış bir film dekorunu andırıyor: Orijinallikten çok uzakta, âdeta yeniden "inşa" edildi.
DOĞUŞTAN SARAYLI MİHRİMAH ve Enderun dan yetişme Rüstem 'in aksine, Osmanlı elitinin içinde okul yüzü görmemiş paşalar da vardı ki bunlar arasında en ilginç isimlerden biri Kılıç Ali Paşa. İtalyan kökenli olduğunu ve 16. yüzyılın başında devşirildiğini biliyoruz. Kader Giovanni Dionigi Galeni 'yi papaz okuluna gitmek için bindiği teknede ya kalıyor. İtalya 'nın Calabria bölgesindeki La Castella adlı küçük kasabadan Napoli 'ye giderken içinde bulunduğu tekneyi Osmanlı korsanları ele geçirdi. Esirlikle başlayıp Piyale Paşa komutasındaki gemilerde denizci olarak devam eden serüveni onu en sonunda İstanbul 'a getirdi. Dönemindeki çoğu paşanın aksine Enderunda yetişmemesine rağmen azimli tutumu, okuma yazması olmayan Kılıç Ali Paşayı yükseklere taşıdı. İnebahtı 'daki bozgununda kendi sorumluluğundaki gemileri usta manevralarla kurtarınca yıldızı parladı ve kaptanı deryalığa terfi etti. Yaptığı deniz akınlarının hederleri arasında memleketi İtalya 'nın güneyi de bulunuyor. Bu bölgeden ele geçirdiği çok sayıda esir için Kasımpaşa civarında Yeni Kalabriya adlı küçük bir köy yaptırdığı iddia edilir.
Kılıç Ali Paşa, inşaat faaliyetleriyle de yakından ilgileniyor; esirlerini tersanelerde hatta Topkapı 'da, sultanın saraydaki inşaatlarında çalıştırıyordu. Tersane ve saraydaki muhtelif inşaatların ardından, Ayasofya 'ya benzerliğiyle ünlenecek kendi camisinin yapımını başlattı. Cami inşaatı için seçilen alan Hıristiyanların ve özellikle Cenevizlilerin bulunduğu Galata 'nın hemen yanı başında, top döküm tesislerinin yer aldığı Tophane oldu.
İnşaat, 16. yüzyılın bitimine, artık Osmanlının büyük ve görkemli fetihlerinin sonuna yaklaşıldığı ve bunun hüzünle fark edildiği bir döneme rastlıyor. Caminin Ayasofya ile olan kötü şöhretli benzerliği de bir güç gösterisi olarak anlamlı. Sultanın kaptanı deryası bile Ayasofya 'nın küçüğünü yaptırıyorsa sultan neler yaptırmaz? Tophane sahiline de artık Osmanlılara gitgide uzak kalacak şanlı fetihleri hatırlatan ganimet toplar dizilmişti. Kılıç Ali Paşa camisi önünde değilse bile, hemen karşısında yer alan ve bir zamanlar askeri müze olan Tophanei Amire binasının önünde toplar sergilenmeye devam ediyordu 1980 'lere kadar.
Kılıç Ali Paşa "Küçük Ayasofyası" ile kişisel olarak ilgilenmişti. Paşanın camisi de dönemin diğer camileri gibi kubbe çapından şerefe sayısına kadar mimari tasarımı belirleyen ve baninin statüsüne bağlı olarak değişen bir geleneğe saygıyı yansıtıyordu. Böyle bir gelenek içinde cami Ayasofya 'yı planı ve detaylarıyla yeniden yorumladı: Osmanlı mimarisinde pek görülmeyen çifte kolonlar, bazilika plan, dışarıdaki uçan payandalar… Paşanın İtalyan kökeni caminin bilhassa teşrifinde işe yarıyor. Mihrabın iki yanına ve caminin içine asılmış lambalar İtalya 'dan sipariş. Zaten İtalyan aksanı paşayı hiç terk etmemiş. Caminin açılışında okunan mevlidi tanımayıp aksanıyla "Nedir bu glu glu?" diye sorunca sadrazamlarca usulca uyarıldığını Evliya Çelebi 'den öğreniyoruz.
Kılıç Ali Paşanın camisi için özeni yersiz değildi, Haliç 'in ağzında ve boğazın kıyısında yer alan cami önemini hep korudu. Avlusu ve hemen yanındaki meyve pazarlarının kurulduğu Tophane meydanı yaşamın ve ticaretin odağıydı. İçindeki arzuhalciler ve parfüm satıcıları, çeşme çevresinde kurulan pazar 18. ve 19. yüzyıllarda pitoresk resim ve gravürler yapan yabancı seyyahların başlıca konularıydı.
19. asırda Beşiktaş 'a sahil saraylarının yapılması, caminin tarihsel mekân olarak önemini artırdı. Bu dönemde cuma selamlıkları ile kadir gecesi için yapılan alay ve törenler, Kılıç Ali Paşa camisi ve Beşiktaş 'taki camilerde gerçekleştirilmeye başlanmıştı.
Sadece saltanatın varlığını ve gücünü vurgulayan törenler gerçekleşmiyordu cami avlusunda. Islahat Fermanının ardından gayrimüslim nüfusa tanınan haklara muhalif bir gizli örgütün üyeleri de 1859 'da Kılıç Ali Paşanın cami avlusunda yakalanmışlardı. Sultan Abdülmecit 'i tahttan indirmeyi amaçlayan gizli örgütün içinde asker ve ulemadan önemli isimler vardı. Bir ihbar üzerine, 14 Eylül 1859 'da, Kuleli Vakası adıyla bilinen bir baskınla yakayı ele verdiler.
KILIÇ ALİ PAŞA CAMİSİNİN RENKLİ başlayan ve yüzyıllar boyu canlılığını koruyan öyküsü 1950 'lilerde hayli renk değiştirdi. Dönemin başbakanı Aydın Menderes 'in İstanbul 'a imar etme tutkusu, konu ile ilgili eleştirileri dinlemeyen bir kibirle birleşince, pek çok yapının öyküsü hazin bir sona kavuştu. Millet ve Atatürk caddeleri, trafiği rahatlatmak pahasına tarihî eserler yok edilerek genişletilmişti.
Avrupa 'nın anıt ve meydan dolu şehirlerine özenerek, camilerin "etrafını açarak onları şehre kazandırmak" amacıyla Kılıç Ali Paşa, Edirnekapı 'daki Mihrimah Sultan, Tahtakale 'deki Rüstem Paşa camilerini çevreleyen tarihî dokular kendi öyküleriyle beraber kaybedildi. Sinan 'ın yapıları sadece fiziksel olarak değil tarihe bakış örneği olarak da münzevileşti.
Kılıç Ali Paşa ile Ayasofya 'yı yeniden yorumlayışı, günümüz "modern" cami mimarlığının kaba Sinan kopyaları ile açık bir tezat. İstanbul 'un son 20 yılda yaşadığı betonlaşma içinde, kalıptan dökülürcesine yapılan beton camilerdeki yerlerini aldı. Ancak imparatorlukların beslediği tarih o kadar zengin ki, "beton blokların arasından yükselen kurşun kubbeler" hâlâ kendi öykülerini anlatabiliyor.
TEMMUZ 2007 'NİN SONUNDA AJANSLARIN GEÇTİĞİ BİR HABER TÜM ulusal gazetelerin ilk sayfalarında yer buldu. Aslında haber etkileyici bir fotoğraftan ibaretti: Alibeyköy baraj gölünün kurumuş topraklarında yükselen anıtsal bir sukemeri! Altına da büyük harflerle "Kuraklık Sinan 'a yaradı", "Baraj kur uyunca Sinan 'ın büyük eseri ortaya çıktı" benzeri başlıklar atıldı.
Ortaya çıkan kemer miydi, cahilliğimiz mi bilinmez! Bildiğimiz tek şey İstanbul 'daki kuraklığın simgesi olarak gösterilen fotoğraftaki kemerin 443 yıldır İstanbul 'a durmadan su taşımasıydı. Daha da ilginci: Alibeyköy baraj gölünün tamamıyla kuruduğu 2007 'nin ağustos ayına kadar bu mühendislik harikasının üstünden geçen sular evlerimize doğru akıyordu. Bahsi geçen sukemerinin adı Mağlova. Kanuni Sultan Süleyman 'ın İstanbul 'a su getirmek amacıyla Mimar Sinan 'a inşa ettirdiği Kırkçeşme suyolunun en görkemli kemeri. Belki de dünyadaki benzerlerinin en heybetlisi. Tasarımcısına "sadece bu eseri yapsaydı bile dünyada büyük bir mimari deha olarak anılırdı" övgüsünü kazandıran su mimarlığının başyapıtı. Bu kemer, Belgrad ormanındaki suyu İstanbul 'a getiren sistemin onlarca kemerinden sadece biri. İstanbul 'a su getirme işi sipariş edildiğinde Sinan bu işin olabileceğini ama çok büyük bir bütçe harcanacağını, "suyun çıktığı yerden kente altın keselerinin uç uca dizilmesi gerekir" benzetmesiyle aktarır padişaha. Kanuni 'nin cevabı en az Sinan 'ın benzetmesi kadar manidardır: "Sen suları buraya getir, ben keseleri yan yana dizmeye de razıyım. "
Sinan, Roma ve Bizans dönemlerinde kullanılan, büyük ölçüde tahrip olmuş suyollarını izleyerek kemerlerini bu hat üzerine inşa etmeye karar verir. İşe başlamasıyla birlikte Belgrad ormanı civarında İstanbul 'a yetecek suyun olmadığı ve paraların boşa harcandığı eleştirileri alır yürür. 1554 'te başlayan Kırkçeşme suyolunun inşaatı 1563 'te tamamlandığında Mimar Sinan 'ın haklı olduğu ortaya çıkar; o dönemde suyun debisini ölçmeye yarayan lülelerden geçen su miktarı ayda 180. 000 m3 e yaklaşmaktadır. Bu rakam diğer su sistemlerinin eklenmesiyle ayda 650. 000 m3e ulaşır. İSKİ verilerine göre Temmuz 2008 boyunca İstanbul 'a verilen su miktarı ise yaklaşık 60 milyon m3 'tür.
Rakamların karşılaştırılması bile Sinan 'ın günümüzden 445 yıl önce inşa ettiği suyolunun başarısını kanıtlamaya yeter. Bir başka ilginç istatistik bütçeyle ilgili: Yaşamı boyunca 400 'den fazla yapının, tasarımından inşasına kadar başında duran Mimar Sinan 'ın en yüksek bütçeli işi de, İstanbul 'un su sorununu çözen 50 milyon akçelik bu büyük projedir. Peki, uzunluğu 55 kilometreyi aşan bu sistem nasıl işliyordu? Sistemin ana kaynakları Kâğıthane deresini besleyen kaynaklardı. Doğuda Kirazlı, Topuz, Paşa; batıdaysa Ayvad, Orta, Bakraç derelerinden alman sular kemerler vasıtasıyla İstanbul Suriçi 'ne aktarılıyordu. Elbette bu uzun hat boyunca başka derelerden alınan sular da sisteme katılıyordu. Bunlardan en önemlisi Cebeciköy deresinden gelendir. Yüksek bir noktaya suyun pompalanamadığı 16. yüzyılda suyun seviyesini düşürmemek esastı. İki tepe arasına yapılan kemerlerle su vadiye inmeden, yani seviyesi düşmeden ikinci tepeyi aşmış oluyordu.
Kırkçeşme 'nin doğu hattından gelen sular Kovuk Kemerden (Eğri Kemer), batı hattından gelenler Uzun Kemerden geçerek Baş Havuza (Havzı Kebir) ulaşıyordu. Burada birleşen iki kol, günümüzde Alibeyköy baraj gölünün bulunduğu vadiyi Mağlova sayesinde aşarak Güzelce 'den geçiyordu. Cebeciköy deresinin sularıyla güçlenen Kırkçeşme hattı, Balıklı Havuz ve irili ufaklı birçok kemeri aşarak Ayvansaray 'daki Eğrikapı 'dan İstanbul Suriçi 'ne giriş yapıyordu. Buradan sonra görev İstanbul 'un güzelim klasik dönem çeşmelerine ve suları çeşmelerden evlere dağıtan sakalara düşüyordu.
AÇILIŞINDAN BİR YIL sonra, büyük bir sel felaketi özellikle Uzun Kemer ve Mağlova 'ya büyük hasar verir. Sinan 1564 'te iki kemeri onararak bugünkü görünümlerine kavuşturur.
Uzun suyolunun onlarca yapısı arasında beş tanesi var ki boyut ve güzellikleriyle diğerlerinden ayrılır. Kaynaktan kente doğru sıralayacak olursak: Uzun Kemer, Kovuk Kemer, Baş Havuz, Mağlova ve Güzelce. Uzun ve Kovuk kemerler, hızla betonlaşan İstanbul 'un asfalt yollarıyla ulaşabilecek noktadalar. Roma dönemi kalıntılarının üzerine inşa edilen bu iki kemer de Hasdal Göktürk yolu üstünde, birbirlerine yaklaşık üç kilometre mesafede.
711 METRELİK Uzun Kemer, Kırkçeşme sisteminin en heybetlisidir. Roma ve Bizans dönemiyle Sinan 'ın inşa ettiği 16. yüzyıl sukemerleri cephelerine dikkatli şekilde bakarak ayrılabilir. Sinan öncesinde yapılanların temelinden tepe noktasına kadar duvar kalınlıkları aynıdır. Buna iyi bir örnek olarak Unkapanı 'ndaki 4. yüzyıla tarihlenen Bozdoğan verilebilir. Sinan kemerlerin direncini artırmak için Roma geleneğini değiştirmiştir: Onun sukemerlerinin duvarları temelde geniş başlar, tepe noktasına doğru incelir. Topografyanın ve eski altyapıların izin verdiği yerlerde bu kuralı uygulamış, aksi hâllerde sukemerlerinin mansap tarafına, yani suyun aktığı yöne bakan cephelerine eklediği payandalarla yapıyı güçlendirmiştir. Uzun Kemeri gezenler, Sinan in ikinci seçeneği, 1553 'teki selin kemere verdiği zarardan sonra, ustalıkla kullandığını görecektir.
Yoldan uzaklaşıp Alibeyköy baraj gölü havzasına girmenin vakti geldi. Beş güzellerin üçü; Baş Havuz, Mağlova ve Güzelce ağaçlarla kaplı havzanın içinde bulunuyor. Asfalttan uzaklaşmak, insanın tahribatından da ırak olmak anlamını taşıyor. Kovuk Kemerin dibindeki su fabrikası veya Uzun Kemerin hemen yanına geçtiğimiz yıllarda inşa edilen "Kemermall" alışveriş merkezi gibi, tarihî eserlerin dokusunu bozan örneklere havzanın içindeki yapılarda neyse ki rastlanmıyor.
Kemerburgaz 'daki Yaşamkent sitesi arkasındaki toprak yolla ulaşılabilen Baş Havuz 'un 14 metre çapındaki silindirik dış duvarını görenler, yapının ne olduğunu anlamakta zorlanabilir. Bir kale burcunu anımsatan Baş Havuz, Kırkçeşme suyolunun en işlevsel yapılarından. Emeklilik yaşı çoktan gelmiş olsa da mesaiye devam ediyor. İstendiği takdirde, Kırkçeşme 'nin doğu ve batı hatlarından gelen sular bu havuzda birleşip havalandırılır ve pislikler çökeltilebilir, lüleler aracılığıyla debi ölçülebilir. Kısa süreliğine dinlendirilen suyun bir sonraki durağı yaklaşık iki kilometre uzaklıktaki Mağlova.
Kırkçeşme 'nin beş güzeli varsa, en güzeli hiç şüphesiz Mağlova 'dır. Sinan bu kemerde olağanüstü bir tasarım gerçekleştirir: Beş anıtsal piramidal ayak, ayakların yükünü hafifletmek için her birine üçer tane koyduğu hafifletme gözleri, selyaranlar, yaklaşık 17 metrelik açıklıkların geçildiği kemerler…
Tüm mimari özellikleri ve keskin mühendislik hesaplarını bir yana bırakalım. Sadece seyrederken insana verdiği o eşsiz zevk bile Mağlova 'yı insanoğlunun yarattığı ölümsüz eserler arasına sokuyor. Bu görüşe 16. yüzyıl yazarı Eyyûbi de katılıyor. Sonradan Menâkıbı Sultan Süleyman ismiyle tercümesi yayımlanan eserinde, Sinan 'ın Kırkçeşme suyolu için şu yorumu yapıyor: "Allah ona keramet vermiş ve göğsüne başka bir hal yerleştirmiştir. Aristo Mimar Sinan 'ı görmüş olsaydı onun müridi olurdu. "
Beş güzellerin sonuncusu Güzelce, suyolunun İstanbul 'a en yakın anıtsal kemeri. Yapı, Mağlovaya yaklaşık iki kilometre uzaklıkta, tıpkı onun gibi baraj gölü içinde. İsminin kökeni bilinmese naçizane yorumumuz şöyle: Bu güzel kemerin adı, adını veren kişinin Mağlova 'yı gördükten sonra Güzelce Kemer 'i ziyaret etmesinden geliyor. Sırayla gezecek olursanız, eminiz siz de, Mağlova 'ya haksızlık olmasın diye "güzelce" derdiniz.
1588 'de hayata gözlerini yumduğunda, arkadaşı Sâî Mustafa Çelebi, Sinan 'ın Süleymaniye külliyesinde bulunan mütevazı türbesindeki kitabeye şu notu düşer: "Padişahın emriyle suyollarında özenle çalıştı, Hızır gibi hayatın esası olan suyu akıttı…"
1 Eylül 2008 itibariyle İstanbul barajları doluluk oranı yüzde 20 'nin altında. Dünya kenti İstanbul yine "hayatın esası olan suyu"kendine doğru akıtacak bilgili yönetici ve uzmanları arıyor. Aranan kan bulunana kadar Sinan 'ın su
sistemi tek iş görür çözüm olmaya devam edecek. İster çalıştırılsın,ister çalıştırılmasın.
MİMAR SİNAN İLE İLGİLİ YAZILANLARIN HEMEN HEPSİNDE ESERLERİNİN DÖKÜMÜ VERİLİR. Mimarlık mirasını oluşturan eserler sayı ve çeşitliliği ile dudak ısırtır. Bu mirası baş mimarın hemen her yapısını örten kubbelerinin sayısına vurunca, Sinan 'ın Ser Mimâranı Hassalığı süresince 2. 000 'in üzerinde kubbe inşa etmiş olduğunu anlıyoruz. Akdeniz 'in dört bir yanına Necip Fazıl 'ın deyişiyle "çil çil kubbeler" serpmek, söylemek kadar kolay değil.
Sinan 'ın eserlerini gezmek, altından kalkılan işin ölçeğini görmek için gerekli. Ancak böyle bir gezi başka tür hayret duyguları da uyandırıyor. 400 'ü aşkın yapısından bugüne ancak bu sayının yarısından azı gelebilmiş. Kaybolan eserlerin listesinin kabarıklığı da en az Sinan 'ın bugün gezip görebileceğiniz yapıları kadar etkileyici ne yazık ki. Hatta diyebiliriz ki kaybolan yapıların sayısı, bugün pek çok kentimizdeki ayakta kalabilmiş tarihî yapıların sayısından daha çok. İstanbul 'un orta yerinde, Fındıklı 'daki Arap Ahmet Paşa ve Perizat Hatun türbeleri örneğin. Bugüne ulaşabilmiş bilgilere dayanarak planlaması ve mimari detayları ile özgün bir yapı olduğunu biliyoruz. Türbe, Keşfi Cafer Ağa tekkesinin yapımından sonra bu tekke kompleksinin sınırları içinde kaldı. 1925 'te bir çırpıda Türkiye 'deki tüm tekkelerin ve türbelerin kapatılmasının ardından, Arap Ahmed Paşa ve Perizad Hatun türbeleri de içindeki sanduka ve teşriflerden arındırıldı. Ardından da Güzel Sanatlar Akademisinde çalışan hademelerin lojmanı olarak modern Türk sanat tarihine hizmete terfi ettirildi! 1936 'da gerçekleşen "lojman" onarımı, herhalde hem burayı ebedî istirahatgâhı yapan Arap Ahmet Paşa ve Perizat Hatunu, hem de hademeleri rahat ettirmiştir. 1950 'lilerde, Menderes 'in dillere destan imar faaliyetleri sırasında, KaraköyBeşiktaş yolunun genişletilmesi için 20 Ağustos 1956 günü türbeler aramızdan ayrıldı. Yalnız da değillerdi, yine Fındıklı 'daki Molla Çelebi hamamı, Beşiktaş 'taki Sinan Paşa hamamı da aynı genişletme çalışması sırasında yok edildiler. Sinan 'ın mimarbaşılığının son yıllarına yayılan bu üç yapı günlere ya da haftalara sığdırılmış bir yıkımda tarih oldu.
Zaten İstanbul 'un yolları, yapımları sırasında tarihî eserlerin, yapıldıktan sonra da insanların canlarını alıyor. Gerçi bazen yapıların üstünden değil çevresinden de geçtiği oluyor yolların. Sultan Yolu üstünde, adını taşıdığı Haramidere 'yi aşarak İstanbul 'u Avrupa içlerine bağlayan Kapıağası köprüsü şimdiki adıyla Haramidere Balkan seferlerinde Osmanlı ordularını karşıya geçirmek için yapılmıştı. Yüzyıllarca kullanılmaya devam etti ama kaderini bir başka köprü, Fatih Sultan Mehmet köprüsü değiştirdi. Üstünde bulunduğu TEM otoyolunun E5 bağlantısı, Haramidere 'yi âdeta yuttu. Haramidere köprüsü yolların birbirine bağlandığı kavşağın yonca yapraklarından birinin içinde, dekor gibi duran bir yeşil bayırın üstünde kaldı. Bugün dünya üstünde bir yonca yaprağı içinde yer alan tek tarihî köprü unvanını taşıyor. Aslında teknik olarak da hâlâ köprü sayılır, çünkü Haramidere kanalizasyon da olsa altından bir şeyler akıtmaya devam ediyor.
YOLLAR SADECE İSTANBUL 'DA açılmıyor tabii. Sultan Yolunu takip ederek Edirne 'ye vardığınızda buradaki imar faaliyetlerinin de fena sonuçlarına tanık olacaksınız. Zira imarcı hükümet burada da varlığını güçlü biçimde hissettiriyor. 194O 'lı yıllarda, Edirne 'nin merkezindeki Üç Şerefeli cami önünden vilayete giden Hükümet caddesi açılırken Sokollu Mehmet Paşa hamamının da kelimenin tam anlamıyla kesiti alındı. Artık caminin önünden baktığınızda hamamın soğukluk bölümünün odalarını görüyorsunuz, tabii ki yarısını. Bir teselli, hamamın kapalı bölümlerinin hâlâ kullanılıyor oluşu.
Bu kesme biçme olaylarında bilhassa Sokollu Mehmet Paşa nasibini en fazla alanlardan. Edirne 'de hükümet eliyle gerçekleştirilen yıkım, Lüleburgaz 'daki Sokollu külliyesinde vatandaşın da katılımıyla imece usulü tahribata dönüştü. Bu külliye, camisi, medresesi, arastası, kervansarayı ve dua kubbesi ile Sinan 'ın menzil külliyelerine değerli bir örnekti. Hükümet külliyenin neredeyse yarısını oluşturan kervansarayı yıkıp yerine hükümet konağını inşa ediyor, serbest müteşebbis ise Sokollu hamamını köfte ciğer dükkânlarıyla parselliyor. Hükümetin dört asırlık kervansarayı yıkıp yerine bir beton yığını dikmesinin ardından, vatandaşın da müteşebbis ruhunu gösterip hamamı tekrar ekonomiye kazandırması anlaşılır olsa gerek. Yan yana dizilmiş derme çatma köfteci ve ciğerci dükkânları hamamın iç duvarlarını yıkıp sıcaklığa doğru genişleyerek kendilerine yer açıyorlar ama hamamın yıkık kubbesi bile hâlâ onarılmış değil.
Eski yapılara yeni işlevler düşünülürken, hamamı ciğerciye çevirmenin ötesine geçen örnekler de var: Bir balık hali olarak Sokollu Mehmet Paşa camisi. Azapkapı 'da, hemen deniz kıyısında inşa edilmiş olan cami yerden yükseltilerek alt kattaki mahzeni muhtemelen dükkân olarak kullanılmıştı. Alt katına mahzen yapılmış caminin üstünden de yıllar sonra Unkapanı köprüsü geçirildi ve camiye yeni bir bakış açısı kazandırıldı! Birinci Dünya Savaşı öncesinde başlayan onarımı, savaş nedeniyle yarım kalınca yıllarca harabe olarak durdu. 194O 'lı yılların başında onarılarak ibadete tekrar açıldı. Aynı dönemlerde caminin altındaki hacmin ne olarak kullanılacağı da tartışılmış gözüküyor. Gazetelerdeki haberlerden pek rağbet gören bir teklifin de caminin alt katının balık hali yapılması olduğunu biliyoruz.
TARİHÎ YAPILARIN YENİDEN işlevsellik kazanması elbette sadece Sinan 'ın mimarlık mirası için değil, tüm mimarlık mirası için sürekli tartışılan çok yönlü bir konu. Örnekleri ve uygulamaları günümüzden hayli eskilere götürebiliriz. Üsküdar 'daki Atik Valide külliyesi hem süre hem de büyüklük olarak sınırları geniş bir örnek. Kapladığı alan bakımından İstanbul 'un en büyük külliyelerinden. 18. yüzyıla kadar bu yapıların işlevlerini koruduklarını biliyoruz. İnşasının hemen ardından, cemaate yeterli gelmediği için genişletilen camisi dışında önemli bir değişiklik yok. Külliyedeki yapıların mimarisinin bu döneme kadar önemli ve sarsıcı darbeler almadıkları anlaşılıyor. Ancak Osmanlı ordusu için yeni bir dönemi işaret eden Nizamıcedidin kurulmasıyla beraber, yeni bir dönem başlar. Atik Valide darüşşifası ve imareti bu yeni ocağın süvari askerlerine kışla hâline getirildi. Bir müddet sonra ocak kaldırılsa da, önce Sekbanı Cihadiye birliği ve ardından asakiri nizamiye süvarisi tarafından kullanılan imaret ve darüşşifa askerî kariyerlerine devam ettiler. Bu süreçte yeni işlevlere bağlı olarak gerçekleşen değişiklikleri tahmin etmek güç, zira yapının dönüşümü ilerleyen yıllarda da hız kesmeden devam etti.
1865 YILINDA YAPI herhalde başına gelenlere ve geleceklere nazire olarak akıl hastanesine çevrildi ve 1927 'ye kadar bu işlevini korudu. 1935 'te Gümrük ve Tekel Bakanlığı bu yapıyı alınca, imaret ve darüşşifa bu kez yaprak tütün bakım atölyesi yapıldı. Külliyenin imaret dışındaki yapıları 1976 'da zarar verici işlevlerden kurtulduysa da, imaret hapishaneye dönüştürüldü ve yıllarca bu amaçla kullanıldı. Hapishane olarak kullanılırken yapılan değişiklikler sayesinde iyice tanınmaz hâline gelip metamorfozunu tamamladı. Artık gözetleme kulelerine kadar tamam, eksiksiz bir hapishane. Sinan da hassa mimarbaşılığı süresince pek çok kez kendinden önceki dönemlerden kalan tarihî yapıları onarmış hatta yeni işlevlerle değerlendirmişti. Bugün Cerrahpaşa semti sınırları içinde kalmış olan, adı bilinmeyen küçük bir Bizans kilisesi, Sinan tarafından yeni yaptığı bir külliyenin içinde yeniden değerlendirilmişti. Hadım İbrahim Paşanın yaptırdığı bu külliyede, Sinan kiliseyi mescide dönüştürmüş, etrafına da bu tarihî esere saygılı ve ölçülü yaklaşan bir medrese yapmıştı. Ne yazık ki, Osmanlı mimarlığının bu Bizans kilisesi ile kurduğu anlamlı ilişki günümüze taşınamadı. Esekapı mescidi adını alan yapı 1894 'teki depremden beri bir harabe halindeydi. Artık Cerrahpaşa hastanesi yanındaki adli tıp binasının bahçesinde toprak olmayı bekliyor.
Bu hazin öykülere bakarak Sinan 'ın mimarlık mirasının Türkiye 'de durumunun umut edilenden çok uzakta olduğunu görebiliyoruz. Ancak, son yıllarda tek tük de olsa görülen iyi örnekler ve bunların izinden giden son dönemde 2010 Avrupa Kültür Başkenti hedefi nedeniyle sayıları artan duyarlı onarımlar,olumlu sonuçlar ve umut veriyor. Belki bundan da önemlisi bu konuda toplumda gözle görülür biçimde artan duyarlılık. Zaten tarihî yapıların da ihtiyacı kazma ve kürekten çok duyarlı eller değil mi?