22 Şubat 2018 Perşembe

İnsan Nedir ?



İnsan nedir?
İnsan sadece insandır… İnsandan fazla bir şey değildir… İnsanüstü veya insan ötesi de değildir…
O eşreftir, ahsendir, efdaldır, ekmeldir ama sonuçta yine de insandır…
Şeytanlaşma, hayvanlaşma, melekleşme, mükemmelleşme potansiyeli taşısa da insanın insan olduğunu unutmamak lazım…
Tamdır, nakıstır, kusurludur, güçlüdür, acizdir, zayıftır, hırslıdır, özürlüdür, tartışmacıdır, nankördür, zalimdir, cahildir… Her ne ise insan vardır ve halifedir… Kimse onu hafife alamaz…
İnsan meçhul mü? Hayır!
Malum, insan mesul…
İnsan sema ile arzı birleştiren eksen… Evreni koruyan, arzın imarı ve neslin ıslahına memur olan eşsiz varlık…
O halifedir… Allaha karşı bütün mahlûkattan sorumludur… O Allah'ın yarattıkları için bir rahmet kapısıdır…
Ancak insan Allah'ın huzurunda pasif, O'nun halifesi olarak evrene karşı aktiftir… İnsan dünyevi ihtiyaçlara sahip bir varlık olmakla beraber salt dünyevi bir varlık olarak görülmesi ve dünya ile sınırlandırılması doğru değildir…
O kendini dünya metaı ve maddesi ile sınırlamaz onun meadı ve maverası vardır… Çünkü o müteal olana yöneliktir…
Şuhudu temaşa ederken gayb ile temas halindedir…
Bu dünyada yaşıyor olsa da asıl yurdundan uzakta bir yolcu konumundadır… Bu yolculukta kılavuz, Kur'an'dır…
Bunun için tek dünyalı değil iki dünyalıdır… Bu dünyalıdır fakat dünyacı değildir…

Ruh ve bedenden oluşan insan kutsal değildir… Kutsallık arayacaksak o da kulluktadır…

İnsan mükemmelliği kullukta arar, hikmette bulur, Furkan'la sürdürür…

Her insan özeldir…

İnsan bu özelliğini imajına değil imanına borçludur…

İnsan olmak, iman etmek demektir…

İmaninsanın elinden tuttu… Onu esfelden eşrefe taşıdı… Erzelden ekmele yüceltti…

Komutası Kur'an'da olan insan kurtuldu… Kur'an insanı önce “kul” sonra “kardeş” kıldı… Bu sayede insan yalnızlaşmaktan, yabancılaşmaktan ve parçalanmaktan kurtuldu…

Dizginlerini vahyin eline veren insan hep diri ve duru kaldı…

Vahiyden koptukça vahşetlerin ve vahametlerin kurbanı oldu…

İnsanı aşırılıklardan ve şımarıklıklardan koruyan İslam'dır…

İslam insanın vasatıdır… Vüs'atıdır…

İfrat ve tefritlere itirazın ismidir, İslam… İnsan itidal ve istikametini İslam'la buldu…

Modernitenin kurtlaştırdığı, diktatörya ve feodalitenin mankurtlaştırdığı insana, kardeşleşme yolunu açan İslam'dır…

Bir tarafta fanatizm ve radikalizm diğer yandan ruhbanlık ve mistisizm kıskacında kıstırılan insanoğlunu rabbanilik çizgisine irşad eden vahiydir…

İslam kendi insanına ne modern zamanlarda olduğu gibi olabildiğince “özgürleş” der, ne de adam olabilmek için “nefsini öldür” der…

İslam, “ol” der, “olgunlaş” der…

İslam'ınhedeflediği insan; ne saldırgan, ne de siliktir…

O saygın ve salih bir kuldur…

Ruh ve balçık bileşkesi olan insanı parçalarsanız geriye iki helakten biri kalır… Toprağı yok sayar sadece ruhla yetinirseniz insan ruhbanlaşır…

Omurgasız, iddiasız, iradesiz bir insan profili ortaya çıkar… Sadece insanın toprağı ile yetinirseniz insanın çamurlaşma süreci başlar… Robotlaşan, makineleşen bir nesneye dönüşür…

Vahiy dışı tüm yaklaşımlar bu iki hüsrandan birinin habercisidir…

İnsanın çamuruna takılı kalmadan insanın cevherini keşfetmek lazım…

Fıtratı atlayarak insana fark edemezsiniz…

Spirtüalist(ruhçu) anlayış da, Materyalist(maddeci) algı da insanın bütünlüğüne kasteden kahredici kabullerdir… Her ikisi de insanın harcanmasını hızlandırıyor… İnsana nasıl kıyıldığını şimdi daha iyi anlıyoruz…

İnsanın önünü açmak adına sınırları zorlarsanız, insanı iki bataklıktan birine terk etmiş olursunuz; Narsizm(kendini aşırı beğenme)… Veya Nihilizm(Hiççilik)…

Özünden uzaklaşan insan ölümcül yok oluşların pazarıdır artık…

İnsanı kutsayan hümanizm, insanı yüceltmek adına her şeyi insana feda etti… Aslında insanı nasıl feda ettiğinin farkında değildi…

Seküler hümanizm insanı nihai ve tek belirleyici kabul ederek, insanı “mutlaklaştırarak”, insana nasıl bir kötülük ettiğinin hâlâ farkında değil… İnsanın kaldıramayacağı bir rolü insana yüklerseniz ona zulmetmiş olmaz mısınız?

Batının insan tanımı, “homoeconomicus” ve “homopoliticus” merkezlidir… Yani sekülerdir, rasyoneldir, hümaniterdir, liberaldir… Müteali yoktur… Aşkın değildir… Hevasıvar, verası yoktur…

Homoislamicus sadece zihni melekelere değil, içsel bir bilgi donanımına sahiptir… Bu dünyada yaşıyor olsa da maverası vardır…

Modern insan “göksel” olana kördür… Semadan “bağımsız” sadece toprakla ilgidir… Tüm değerlerini toprağa gömmüştür… Ölüm ötesi tüm gerçekliklere kendini kapatmıştır…

Beşeri düzeyi aşamayan antropomorfik(insan biçimcilik) düşünüş tarzı, insanı düzeysizleştiriyor…

Allah'a aidiyetini sonlandıran insan, arzulara aidiyet üzerinden anlamsızlık ve amaçsızlık girdabına savruluyor…

Artık yaşadığımız dünyada savaşlar politik, ekonomik, ideolojik olmaktan öte bizzat insanın kendisine yönelik… Nasıl bir insan?

İslam'ın savaşı da insanı insan kılma, insan olma savaşıdır… Yani İslam'ın önceliği insanın insanlaşmasıdır… İnsana “insanlık” dersi vermesidir…

İnsan yaratıldık… Peki, insan kaldık mı? Soru bu… Sorun bu… Sorumluluk bu…

İslam'ın ortaya çıkış amacı, insani bir hamle ve insani bir duruş içindir…

Bunun şifresi ise;

Ta'zimliemrillah(Allah'ın yüceliğine tazim)…

Şefkat lihalkillah(Allah'ın yaratıklarına şefkat)…

İnsan incitmek için değil, iyilik için vardır…

İnsanın vazifesi kendini değil, Rabbini yüceltmektir…

Sesini değil, İla'yı Kelimetullah'ı yükseltmektir…

İnsan olmanın sırrı; “Allah için olmak” tan geçer… İnsan, Allah ile barışık olmadan kendisi ile barışık olamaz… Kendisi ile barışık olmayan evrende misyon yüklenemez…

Temel mesele; Allah ile uyumlu olmak… Kendini O'na uyarlamak… O'na tutunmak… O'na odaklanmak…

Allah'ın gücü ile güçlenmeyen insan acizdir…

Allah'ın ruhu ile ruhlanmayan insan boşluktadır ve başıboştur…

Allah'ın boyası ile boyanmayan insan bayağı ve boştur…

İnsan, “insanlaşma” sürecinde hangi basamakları tırmanır?

İyi efkâr… Doğru düşünceler…

İyi akval… Hak sözler…

İyi ef ‘al… Salih ameller…

İyi ahlak… Güzel ahlak…

İşte “iyi adam” olmanın imkânı… Model insan, kâmil müminin kimliği… Adres belli… Referans sağlam…

Vahiyle netleşen bir zihin… Işığını vahiyden alan bir akıl… Vahiyle titreyen bir yürek… Vahiyle donanan, doyan, durulan ve dolan bir ruh… Vahiyle arınan bir nefis… Vahiyle dirilen bir hayat… Ve vahiyle yürüyen yani vahiyle vücud bulmuş bir insan… Varlığını vahye borçlu bilen bir insandır temel meselemiz…

Bunun için de sağlam bir ruha, etkin bir akla, güçlü bir iradeye, selim bir kalbe, arınmış bir nefse, sağlıklı bir bedene ihtiyacımız var…

Bu da salt insanın kendi gücü ile yapabileceği bir iş değildir, Allah'ın yardımına muhtaçtır…

İslam, insanını “halife” liğe hazırlarken bütünselliğini bozmaz, onu parçalamaz…

Bu halifelik ne salt kuru akıl işidir…

Ne salt kaba kuvvet gösterisidir…

Ne salt kitap kurdu olma becerisidir…

Ne de salt kof softalık hevesidir…

Mesele sadece bilgi sahibi olmak değil, önemli olan bilgeliktir…

Konu sadece akıllı olmakta değil, daha da önemlisi hikmet sahibi olabilmektir…

Can taşımak, canlı olmakta yetersiz; bizden istenen canlılık, yani direniş ve dik duruştur…

Daha da önemlisi Allah'ın “dur” dediği yerde durmaktır…

21 Şubat 2018 Çarşamba

Hayme Ana Kimdir ? | Ne zaman öldü ?


Hayme Ana, Osmanlı Devleti'nin varoluşunda çok önemli bir yere sahiptir. Eşi Süleyman Şah'ı göç esnasında kaybettikten sonra yönetim konusundaki en bilge kişi olarak aşiretin başına geçen Hayme Ana, Anadolu topraklarına adım atmıştır. İşte, Hayme Ana'nın ölümüne kadar başında kaldığı aşiret ve kendi hayatı hakkında bazı bilgiler, Ertuğrul Gazi’nin mensup olduğu Osmanlı İmparatorluğu’nun çekirdeği olan Karakeçili Aşireti 13.yy’ın başlarında Horasan’ın Mahami şehrinden ayrılıp ; Erzincan-Ahlat ve Van yörelerine yerleşirler. Bu sırada aşiretin başında Ertuğrul Gazi’nin babası Gündüz Alp ( Süleyman Şah) bulunmaktadır. Moğol saldırısından rahatsız olan aşiret , buradan güneye doğru ilerleyerek bugünkü Suriye topraklarına varırlar. Gündüz Alp ,Fırat Nehri’ni geçerken atının tökezlemesi sonucu düşer ve boğulur. Gündüz Alp’in oğullarından ikisi Sungur Tekin ve Gündoğdu bu olayı uğursuzluk sayarak geri dönerler. Diğer kardeşlerden Ertuğrul henüz 12 yaşında , Dündar ise daha küçüktür. Aşiretin ileri gelenleri törelere uyarak Gündüz Alp’in eşi Hayme Ana’yı aşiretin başına geçirirler. Hayme Ana, aşireti kocası ile beraber idare ettiği için engin bilgi, tecrübeye sahiptir ve 400 çadırlık aşireti ile Anadolu’ya geçer.Burada Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat , aşireti Ankara civarında Karacadağ eteklerine yerleştirir. Hayme Ana , aşireti ile uzun zaman orada kalır. Yöreye kendi adı (bugünkü HAYMANA) verilir. Oğlu Ertuğrul’u büyütür ve yetiştirir. Aşiret reisliğini ona devreder. Genç aşiret reisi Ertuğrul , Selçuklular safında savaşlara katılır ve büyük kahramanlıklar gösterir. Ertuğrul’a Beylik ünvanı verilir ve Uç Beyi olarak batıya gönderilir. Ertuğrul Gazi liderliğindeki Kayı Aşireti Söğüt’ü kışlık , Domaniç Yaylası’nı yazlık olarak kullanmaya başlar. Hayme Ana torunlarının yetişmesi için çalışmaktadır. Özellikle Osman Gazi’nin bakımı , yetiştirilmesi Hayme Ana’ya kalmıştır. Yayladaki çamlarda beşik kurarak Osman’ı sallar ona ninniler söyler.Yöredeki Beşik Çamı diye anılan çam , Domaniç İlçesi’ne bağlı Domur Köyü’ndedir. Ömrünü tamamlayan Osmanlı İmparatorluğu ile kaderini birleştirmişçesine yerde cansız yatmaktadır.
HAYME ANA NE ZAMAN ÖLDÜ?
Hayme Ana bir yayla dönüşü Çarşamba Köyü’nde vefat eder. Ertuğrul Gazi, "Devlet Ana" diye de anılan annesi "Hayme Ana"yı vefat ettiği Çarşamba’da her yıl çadır kurduğu bir tepenin üzerinde defnettirir. Hayme Ana´nın vefatından sonra, gömüldüğü yerin etrafı duvarlarla çevrilmiştir. II. Abdülhamit devrinde, Çarşambalı bir köylü evinde sakladığı dedesinden kalma deri üzerine yazılmış bir vesikayı köye gelen birine okutur. Vesikanın Hayme Ana´ya ait olduğu ortaya çıkar. Görevli İstanbul´a giderek Yıldız Sarayı´na varır ve vesikayı padişaha ulaştırır. II.Abdülhamit vesikayı inceletip bir heyeti buraya gönderir. Büyük ninesi Hayme Ana´nın kabrini buldurarak üzerine bir türbe ve külliye yaptırır. 

SÜLEYMAN ŞAH KİMDİR ?

ERTUĞRUL GAZİ’NİN BABASI SÜLEYMAN ŞAH KİMDİR ?
Süleyman Şah veya Süleyman Şah bin Kaya Alp (d. 1178? – ö. 1227; Fırat), Osmanlı İmparatorluğu’nun resmi olarak kurulmasına giden süreçte önemli bir yere sahiptir. Kaya Alp’in oğlu, Ertuğrul Gazi’nin babası, Osman Gazi’nin dedesidir. Oğuzların Kayı boyundandır. Doğum yeri ve tarihi hakkında kesin bilgiler olmadığı gibi 12. yüzyılın sonlarında doğduğu ve Kayı boyunun reisi olduğu bilinir. Moğol hükümdarı Cengiz Han'ın Orta Asya'daki istilâsı üzerine, 13. yüzyılda Türkistan'dan batıya doğru göç etmeye karar vermiştir. Türkistan’dan 50.000 kişiyle Kuzey Kafkasya üzerinden Doğu Anadolu’ya gelerek, 1214’te Erzincan ve Ahlat taraflarına yerleşti. Aynı boya mensup bazı aşiretler de Diyarbakır, Mardin ve Urfa’ya yerleştiler. 1225-1226 arası da Haçlı Kalesi’nin fethi onun devrinde gerçekleşti.
Süleyman Şah’ın Kayı boyu’ndan birkaç bey ile Caber’e giderken Fırat Nehri’nde boğulduğu iddia edilip, Melikşah’ın kardeşi I. Tutuş’un ordularıyla Halep yakınlarında yaptığı savaşta öldüğü düşünülür. Ölümünden sonra Caber Kalesi’nin Fırat nehri hizasındaki kuzeyde (Türkiye’ye kuş uçuşu 30 km kadar güneyde) bir kümbete defnedildi. Mezarın bulunduğu bölge, I. Dünya Savaşı sonrasında Suriye Osmanlı Devletinden ayrılınca, Fransız Suriye Mandası sınırları içerisinde kalmıştır. Ancak Ankara Anlaşması ve Lozan Antlaşması’na göre Türkiye’nin toprağı sayılmıştır.
21 Şubat 2015 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti hükümeti tarafından Suriye’deki iç savaş öne sürülerek gerçekleştirilen Şah Fırat Operasyonu neticesinde türbe geçici süreliğine Türkiye sınırına 180 metre mesafedeki Eşme köyüne taşınmıştır.
Süleyman Şah’ın Sungur Tekin, Gündoğdu, Ertuğrul Bey ve Dündar Bey adında dört oğlu vardı. Sungur Tekin ve Gündoğdu, kabileleriyle birlikte eski yurtlarına döndü. Dündar Bey ve Ertuğrul Gazi, 400 çadırlık aile efradıyla beraber yeni bir yurt aramak için Pasinler Ovası ile Sürmeliçukur yöresine gittiler.

En Çok Okunanlar